Siyaset topluma hizmet içinse kırıcı rekabet ne için?


Diyelim ki bütün siyasetçileri bir alana topladık ve kendilerine şunu sorduk:
-Söyleyin bakalım, siyasete girmekteki amacınız nedir?
Herkes bilir ki: bu soru karşısında bütün siyasetçiler vatana ve millete hizmet etmekten başka bir amacı olmadığını söyleyecektir.
Arkasından yine sorun:
-Peki bu vatan ve millete edeceğiniz hizmette kastınız vatan deyince kendi memleketiniz, millet deyince kendiniz, yakınlarınız ve taraftarlarınız olamaz değil mi?
Alacağınız yanıt yine şöyledir büyük bir olasılıkla:
-Ne demek efendim; biz oralı-buralı, inançlı-inançsız, şu inançtan-bu inançtan, etnik kimliklerden dolayı kimseyi ayırt etmeyiz, bizim için herkes birdir, herkes bizim kardeşimizdir, vatandaşımızdır falan filan...

Sonra bir adım daha atarak sözü bu vatana ve millete hizmet etme “yarışına”na getirin ve bırakalım bir kenara vatandaşa hizmeti ve ona olan muhabbeti; yarışçıların birbirleriyle olan ilişkilerine, dostluklarına, takımdaşlıklarına, ideolojik birlikteliklerine bakalım bir de…
Acaba karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor.
Görülecektir ki bu sırada vatana ve millete hizmet için kendilerine başlama düdüğü çalınmasını bekleyenlerin kendi aralarındaki ilişkiler kolay kolay seçmen vatandaşa gösterdikleri nezaket, hoş görü ve birliktelik söylemleriyle bağdaşıyor gibi değildir.

   -O mu? Hırsızın feriştahı.
   -Ahlaksızın başta geleni, bir anlatmaya kalksam!
   -I-ıh, onunla asla!
   -Bilirim, onun derdi “İndiragandi”.
   -O geçen seçimde bana…
   -Parayı basıyor işi bitiriyor.
   -Yukarıdan bağlamış bir kere olayı
   -Bilmem kimlerin adamı, mektupla geldi.
   -Dün çulsuzun biriydi, bu gün paraya para demiyor.

Eğer siyasete pek de dışarıdan bakanlardan değilseniz, çoğu zaman maalesef bu ve buna benzer binlerce yakıştırma ya da sıfatın nasıl da havalarda uçuştuğunu görürsünüz.
Bilmiyorsanız iyi kötü bu işlere bulaşmış birini bulun size “dostça” anlatıversin.
*
Şimdi bu tespitte anlaştıksa nedenleri üzerine de eğilelim bakalım:
Siyaset denen olgu acaba hangi nedenden dolayı görünürde ve söylemde, vatan ve millet aşkıyla kimi kişilerin hizmete can attığı bir şeydir de aynı takımın oyuncuları bile birbirleriyle olan ilişkilerinde bu derece husumet ve karalama içinde olabiliyorlar?
Siyaset topluma hizmet için gösterilen bir büyük “fedakârlık” ise, insanlar neden başkalarının yapacağı fedakârlığı kıskanır da “bu fedakarlığı mutlaka ben kendim yapmalıyım ”der?
Siz siyasette amaçlanması gereken “topluma hizmet ve fedakârlığın” herkeste olmasa da çoğu kişide tam tersine,  “Bu yolla toplumdan bir şeyler kapma” haline dönüştüğünü görebiliyor musunuz?
“Hizmet”in kimileri için “fırsat”a dönüştüğü bir siyaset acaba ülkeye ve topluma ne kadar hayırlı olabilir?
Siyaset kimileri için bir “Fırsat” olduğu zaman o kişilerin yapabileceği yanlışların da bu fırsatın büyüklüğü oranında olabileceğini düşünmek çok mu abartma sayılır?
  
Bu tablolar acaba hizmet yarışında en iyiyi seçerken olması gereken “rekabet”in doğal görüntüsü müdür?
Yoksa bu çarpıklıkta üzerinde ayrıca düşünülmeye ihtiyaç gösteren, görünen ve söylenenden “farklı” ve “derin gerçekler” mi vardır?

*
Siyasetçilerin sadece birbirleri hakkında söylediklerine bakılır ve –haydi bir kısmını baştan reddedelim ama geri kalanından- en azından kuşkulanılırsa; maalesef görünen siyasetin arka planında her zaman, öyle söylendiği kadar saf ve temiz bir hizmet yarışının olmadığını görürüz.
Bunların en azından bir kısmında gerçeklik payı olduğunu ve o söylenenlerin de bazı gerçeklerin dürüstçe ifadesi olduğunu kabul etmeliyiz.

Öyle ya, “Toplum” kendini soyacak, satacak, kişisel tercih ve çıkarlarına göre yönetmeye kalkacak olanları seçmeyeceğine, bu seçimin kimsenin hayrına olmayacağına göre bunlar söylenir.
Söylenmelidir de.
Şimdi biz de bu konuların tartışmaya açılması için birkaç gözlemimizi sıralayalım

*

Birinci gözlem:
Bugün siyaset pek çok kişinin birbirine “aman bulaşma, sen yapamazsın” dediği, ana babaların çocuklarına neredeyse “asla tavsiye etmediği” bir uğraş haline gelmiştir. Bunun nedeni şüphesiz topluma, memlekete hizmetin boş şey ya da kötü bir uğraş olduğu değil,  “Siyaset”in kötü işleyişidir.

İkinci gözlem:
Siyasetteki kötü işleyiş, ülkenin yönetiminde görev alması gereken pek çok kişiyi bu olgunun dışına itmekte ya da yarışta başarısız kılmaktadır. Siyasette ülkeye ve topluma hizmet etmeye hazır ama sistemin dışarıda bıraktığı kesim, ülkenin gelişmesi açısından heba edilmiş, kaybedilmiş bir ulusal servettir.

 

Üçüncü gözlem:
Siyasi örgütlerin “dizayn”ı yani düzenlenmesinde en büyük rol, o örgütün başındakilerden beklenir.
Bu toplumu topsuz, tüfeksiz, sanayisiz, parasız ve çökmüş bir imparatorluktan çok kısa bir sürede emperyalizme pabuç bırakmayan, saygın bir konuma getiren Mustafa Kemal’in becerisi, bir lider olarak bizzat kurduğu düzen, gösterdiği tavırdır. İdare-i maslahatçı olmamıştır ve idare-i maslahatçıların esaslı bir devrim yapamayacağını tespit etmiştir.
Eğer şimdiki siyaset ülkede esaslı bir çeki-düzene ihtiyaç gösteriyorsa,  o siyasetin başındakilerce gösterilmesi gereken tavır bellidir; siyasetin düzeyini yükseltmek.

Dördüncü gözlem:
Siyaset, siyaset için değil, topluma hizmet için yapılacaksa, siyasetçinin de topluma hizmet edecek; ideolojisi, tavrı “açıkça” belli olanlardan seçilmesi gerekir.
Bir siyasetçi, günlük koşullar ve konumu gereği seçime odaklı çalışsa da siyasi örgüt liderliklerinin uzun dönemdeki görevi şu ya da bu seçim almak değil, örgütünü bu topluma yararlı olacak hedefe yöneltmektir.
“Yöneltirken” kullanacağı irade de asla birilerinin tercihinin ne olacağını beklemek değil, başında bulunduğu siyasetin amacına ulaşması için ”tavırlı” olmaktır.
Yani; “yönetmek” değil “yöneltmek” gereklidir.
Son olarak şunu da ekleyelim:
Siyasette hangi yapıyla seçim kazanırsanız o yapıyla ve o yapının iktidarı olursunuz.
Yapı değişmeyince ancak kişiler değişir, yapı aynı kalır.
Oysa özellikle sol siyasetin amacı kişileri değil bir yapıyı iktidara getirmektir.