|
|
Seçimlerde
amaç, araç ve büyük şehir belediyeleri
Yerel seçimler
yaklaşırken bir şehir efsanesi ile karşı karşıyayız: “İstanbul’u alan
ardından genel seçimleri de alır; bu İstanbul’u da ancak “falan
kişi”alır deniyor. Yani “falan kişi” olmazsa genel seçimlerde iktidar
olmak hayal olacak neredeyse.
Bu, devletle yaşıt ve iktidar alternatifi bir parti için ne kadar içe
sindirilebilir bir durumdur bilemiyoruz.
Baştan söyleyelim;
“falan kişi alır” değerlendirmesi daha çok şu günlerde durumu hayli
tartışmalı olan medyadan ve bu medyanın verdiği haberleri referans
alanların algılamalarından kaynaklanmaktadır.
Gelelim işin diğer tarafına…
15 Milyon nüfusuyla Türkiye’nin beşte birini barındıran bu koca şehrin
oyları tabii ki genel seçimlerde önemli bir ağırlığa sahiptir.
Bu matematik bir gerçek.
Peki siyasi matematik de böyle mi?
Yani İstanbul’u veren seçmen genel seçimleri de verir mi?
Ya da İstanbul’u
alan açısından düşünelim; arkadan gelen genel seçimde, seçmenin o
partiyi iktidara getirecek orandaki oyları hemen hemen “çantada keklik”
mi?
Buna evet
dediğiniz zaman yapılacak iş tabii ki ne yapıp yapıp İstanbul
seçimlerini almak.
“ne yapıp yapıp” derken tabii ki bunun içinde pek de içe sinmeyen,
ileride sıkıntı yaratacak durumlar da olacaktır ama “eh madem sonunda
iktidar var, bu kadarına katlanacağız, devr-i iktidarımızda nasıl olsa o
durumları bertaraf ederiz” denecektir.
Bu düşünce tarzı
ne kadar isabetli olur acaba?
“Artık bu kadarına da katlanacağız” diye göz ardı edilen sıkıntılar “iş
olmadığında” acaba karşımıza nasıl bir tablo çıkarabilecek?
*
Yıl 1989. Mart ayının 26’sı.
Yerel seçimlerde sadece İstanbul değil, Ankara ve İzmir’i de alan bir
parti var:
Bu günkü CHP’nin tabanına sahip SHP yani Sosyal Demokrat Halkçı parti.
Seçimlerde, İl Genel Meclisi için kullanılan ve yerel seçim sırasında da
olsa, seçmenin parti gözeterek verdiği oyların yüzde 28,69’unu alıyor ve
birinci parti olarak çıkıyor.
Türkiye’nin bu ilk
üç büyük şehrinde yerel iktidara sahip o SHP, 3 Kasım 2002 tarihinde
yani yerel iktidarının tam 43 ay saltanatını sürüp şimdi “ah bir
elimizde olsa” denen imkanlarını kullandıktan sonra girdiği genel
seçimlerde yüzde sekize yakın (7,94) oy kaybına uğruyor.
Tam rakamları şöyle:
-ANAP 24,01
-DYP 27,03
-SHP 20,75
-Refah Partisi 16,87
Doğrusu bu ya… Bu
iki geçmiş seçim karşılaştırıldığında İstanbul’da belediye seçimini
almanın genel seçimlerin alınmasında çok hayati bir rol oynayacağı
konusundaki “kabul”e insanın pek inanası gelmiyor.
Siyaset bilimcilerinin, siyaset sosyologlarının, parti duayenlerinin bu
konuya ne diyeceklerini bilemiyorum.
Denebilir ki “Efendim o zamanlar bu üç şehrin üç başkanı da bu avantajı
değerlendiremedi.”
Buna, hele üçü bir arada değerlendirildiğinde pek ihtimal veremiyorum.
Aksine her üç başkanımız da oldukça saygın kişilerdi, hiç biri partisine
söz getirmedi.
Acaba bunun nedeni, bu metropollerin –hele şimdiki durumları ile- kolay
kolay baş edilemeyen sorunları birer ateşten gömlek olup, başkanların
mensubu oldukları partilerini ve yönetimlerini yıpratıyor da bu durum
bir süre sonra ciddi oy kayıplarına mı yol açıyor?
*
Girilen her seçim tabii ki kazanmak için. Ama bu kazanım için
yapılacaklar ya da katlanılacak fedakarlıklar ya da “vazgeçilecekler”
acaba hangi beklentilere karşılık olmalı?
Hangi umut hangi tavizi kazançlı hale getirebilir?
Sıkıntılı megakentteki “İktidar yıpranması” ya da “yorgunluğu” denen
unsur acaba sonuçta partilere yarar yerine zarar mı veriyor?
Önümüzdeki iki seçim arası takvim, acaba İstanbul’da partinin bir mucize
yaratıp “İşte icraat dediğin de bu kadar olur, bizi kurtaracak parti
budur” dedirtecek gerekli süreyi tanıyor mu?
Bu işin fayda-maliyet analizinden çıkacak sonuç bazılarının söylediği ve
muhtemelen kendilerinin de öyle sandığı gibi, gerçekten “büyük bir
kazanç” mı? Yoksa “dışı seni yakar içi beni” cinsinden bir şey mi?
*
Gördüğümüz kadarıyla siyaset, iktidar umudu kuvvetlendikçe esnekliği
biraz daha arttırılan, daha tavizkar olunan bir yapıya sahip. Ancak ne
yazık ki o umut söndüğünde ya da mutluluğu pek kısa sürdüğünde, daha
önceden katlanılan bedeller ve verilmiş tavizler sırtlara tarih boyunca
taşınacak ağır yükler yüklüyor.
Ecevit hükümetinin 1977 Aralığındaki yaşattığı “Güneş Motel” ve 11’ler
olayı sanırım bunun en kolay akla gelen örneklerinden biridir.
*
Dünyadaki siyaset, küreselliğin ve şimdilerde yavaş yavaş önemini
kaybetmekte olsa da tek kutupluluğun etkisiyle bu yıllarda biraz daha
“liberal”leşmeye; biraz daha “pragmatik”leşmeye başladı.
O eski keskin siyasi çizgiler bu ara oldukça cılızlaştı ve siyasetin
rengi attı.
Bunun sonucunda oluşan tablo ise; küresel güçlerin ve uluslararası
sermayenin bu işlere biraz daha fazla “müdahil” olması, sermayenin
siyasi partilerin “muhafazaya çalışılan” klasik çizgilerini esnetmeye
zorlamakta olması.
Durum böyle olunca bizdeki CHP gibi devleti kurmuş, onunla yaşıt,
belirli bir sınıf ve ideoloji yerine “halkı” ve “devlet”i kucaklamaya
çalışarak yaşayan partilerin bu müdahalelere karşı daha dikkatli olması
gerekiyor.
Çünkü seçimler bir dönemlik iktidarı belirlemek için yapılıyor olsa da,
“parti” çok uzunca yıllar kendi üslubunda gitmek; tarihi misyonunun
sahibi olmak ve tabanını sürükleyebilmek için belirli bir “çizgi”yi
sürdürmek zorunda..
*
“Ya başka türlü seçim almak mümkün değilse?”
Çoğu zaman ileri sürülen bu soruyu şöyle cevaplayabiliriz:
Bir siyasi partinin amacı, “etrafındaki politikacıları” değil, “kendi
siyasetini” iktidara getirmektir.
Bu nedenledir ki,
bir siyasi partinin sırf seçimi kazanmak uğruna kendi siyasetinden taviz
verip “başkalaşma”ya yol açması, “adeta” bir başka partiye dönüşmesi,
belki önündeki bir seçimi zaferle bitirebilir ama “o partinin temel
felsefe ve siyasetini” iktidara taşıyamaz.
Olsa olsa o “başkalaşmış siyasetin iktidarını” sağlamış olur.
Tabii başkalaşmış siyaset de doğası gereği, bu başkalaşmayı muhafaza
edebilmek için aynı tabelanın altında kendi kadrolarını kurmak
durumundadır.
|
|