|
|
Siyasette
amaç, araç
ve başkan adayının siyasete etkisi
Sağlıklı
düşünüldüğü zaman “amaç”la “araç”ın birbirine
karıştırılmaması gerektiğini hemen herkes
bilir
de; o yanlışa bazen bile bile düşüveririz.
Günlük yaşamda “Ben bunu niye yaptım ki?” sorusunu kendine sormamış
olanımız yoktur.
O soruyu sormamanın yolu herhalde, gündemimizde olan, ya da bir biçimde
gündemimize sokulan konuları zaman zaman “amaç-araç” ilişkisi açısından
da gözden geçirmek.
Tabii mümkün olduğu kadar kendi duygularımızdan da bağımsız olmaya
çalışarak.
Hiç
düşündünüz mü?
Diyelim ki “En iyi başkan bu başkan” dedik ve seçimlerde
adayımızı belirledik.
Neden o değil de bu?
Ya da niye ille de bu? diye sorabilmeli ve tatmin edici yanıtını da
vermiş olmalıyız mutlaka kendimize.
Karar verirken tabii ki “amacımıza” uygun olduğunu düşünmüş olmalıyız
değil mi?
Mesela şunlar “amaç” olabilir mi?
-Sırf seçimi alma şansı bayağı yüksek olduğu için mi böyle olsun
istiyoruz?
-Belediyeyi iktidardaki parti almasın da ne olursa olsun diye mi?
-Aldığımız belediyelerin sayısını artırdık diye mi?
-Bu belediyeyi onunla alırsak “kaynak” sıkıntısı çekmeyiz diye mi?
-Zaten başarılıydı, hakkıydı, çok istiyordu, biz de destekleyelim dedik
diye mi?
-“Herkes” böyle söylediğine göre herhalde böyle olması daha doğrudur
diye düşündük diye mi?
Yukarıdakilerden hiç birinin “amaç” değil “araç” olduğunun bilmem
farkında mısınız?
*
Galiba 2004 yılı.
Fransız milli takımının maçını izliyorum; Takımın sahadaki 11’den biri
Cezayirli, on tanesi Afrikalı “siyahi”. Hani sırtlarındaki o Fransa
forması olmasa, kolayca herhangi bir Kara Afrika ülkesinin takımı
olabileceğini düşündürür insana.
Merak
etmiştim, Fransızlar “Fransa futbolu adına” bu takımı sahaya
nasıl çıkarıyorlar diye…
Bu, sırf maç almak içinse tamam ama gece karanlığı dışında herkes
sahadakilerin Fransız falan değil, Fransız forması giydirilmiş eski
sömürgelerin insanları olduğunu görüyordu.
Acaba Fransa halkı bu işe ne diyor, kendileriyle nasıl özdeşleştiriyor,
bu işten nasıl bir gurur duyuyorlardı?
Bu tabloyu yaratanlar ve önlerindeki maçı “amaç” kabul edenlere, maçı
izleyenler ne diyecekti mesela?
“Şu Fransız millileri müthiş azizim, bak yorulmadan 90 dakika ne biçim
top koşturuyorlar!” falan mı?
Maç havasıyla gaza gelenler dışında hiç de sanmıyorum.
Olaya dışarıdan bakanlar mesela şöyle söyleyebilirdi o manzara
karşısında:
-Yahu şu Fransızlar da bu futbolu kendilerinin oynadığını sanıyorlar.
Yazık, Afrika’dan devşirdikleri insanlar olmasa kendi milletlerinden on
bir tane sağlam futbolcu bulup bir takım bile çıkaramayacaklar sahaya!”
-“Şu maçı da alalım, bu maçı da alalım” derken her transferde takımın
rengini siyaha döndürüyorlarmış da kimse fark etmiyormuş meğer!
Ya da
şöyle “daha inceden” bir şaka yapabilirlerdi:
“Bu takımdakiler Fransız olmasına Fransız (!) mutlaka da, bunlar
Fransız’ın güneşte biraz fazlaca kalıp kararanları galiba!”.
*
Şimdi gelin buradan tekrar siyasete dönelim.
Seçmen vatandaştan yola çıkalım:
Herhangi bir seçmen vatandaşımız seçimlerden ne bekler? Yaptığı
“seçim”inde neyi seçmek ister?
Siyasetine gönül verdiği o partisinin adayının kazanmasını değil mi?
Genellikle böyledir.
Çünkü seçmen kendi partisinin adayı varken ve bazen içine o kadar
sinmese de “fena adam değil deyip” karşı partinin adayına oy vermez.
Aday bir “kişi”dir, parti ise bir “hayat felsefesi”, bir prensipler
demeti.
Dolayısıyla da herkes adayın kendi partisinin içinden çıkmasını ister;
partisine seçim dönemi transferleri ile geleni değil. Aksi halde
partisini ve hayat felsefesini değil, karşısındaki adayın kimliğini öne
çıkarmış olur.
Başka ne
ister?
Partisinin “seçtireceği” adayın yine kendi partisinin programına,
anlayışına, eylem ve söylemine uygun davranıyor olmasını değil mi?
Kuşkusuz “evet”
Peki bu durumda; “Falan arkadaş tam da bu işlerin profesyonelidir,
kendisi şimdilik sahaya hangi takımla çıkacağı konusundaki kararını
veremedi ama… Tabii ki bir ara arkasındakilere de danışarak son sözünü
söyleyecek ve hesabına gelip bizim takımı uygun görürse şu önümüzdeki
yerel yönetimler maçını onunla alacağız” gibi bir şey söylenebilir mi?
Haydi bu maç için bağladınız anlaşmayı, zor da olsa mutabık kalındı…
Peki, yarın başka başka turnuvalarda, örneğin genel seçimlerde,
cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ya da Türkiye’nin hali malum; herhangi bir
nedenle işlerin daha da karışabileceği bir ortamda “biz şimdi tam saha
pres” yapacağız derken onunla yine de tam uyum içinde
”bastırabileceğimiz” belli olabilir mi bu günden?
Malum, geçmişte böyle bir olayda birisi “ben o takımın formasıyla sahaya
çıktım ama o takımdan değilim, kendi futbolumu oynarım, bunu da baştan
biliyordunuz” dememiş miydi?
Gözümüzün önünde daha önceden hemen hemen aynı senaryo gerçekleşmişken
“yok canım, olmaz böyle bir şey” denebilir mi?
*
Daha önce de yazmıştık, Türkiye’de yerel seçimi alan iktidarı da alıyor.
Büyük ölçüde de doğrudur.
Çünkü birincisi, yerel seçim rüzgârın ne taraftan estiğinin
göstergesidir.
İkincisi pek söylenmez ama işin içindekiler iyi bilirler; ki eğer bu
analizlerimizde gerçekçi olacaksak onu da açıkça söylemeliyiz: Bu iş
öyle yerel yönetimdeki başarılı hizmetten, falan yere park açmak, filan
yere heykel dikmekten dolayı değil; daha çok belediyelerin ellerindeki
“imkânları” yakalamış olmaktan dolayı etkili oluyor.
Sözün burasında “Bak biz de işte tam bu nedenle aynen Fransızlar gibi
yapmalıyız” diyenler olabilir.
Bunu da irdeleyelim o zaman.
O işe bir başka yandan bakıldığında görülebilecek olan şudur:
Yerel yöneticileri siz seçiyorsunuz ama, seçtikten sonra siyasetin topu
onlara geçiyor ve beldedeki parti kademeleriniz başlıyor o seçtiğinizin
peşinden koşup kendisinden “destek” istemeye.
Bu iş sanki bir tahterevalli.
Tahtanın bir ucunda oturan, ağırlığıyla önce karşısındakini yukarıya
kaldırıyor, sonra da ona aşağılardan bakmak zorunda kalıyor.
Böyle bir şey nasıl olur diyenler gidip çocuk parkına bir baksınlar.
Düşünelim bakalım; böyle bir tahterevallide, yani birilerinin
birileriyle olan ilişkilerinde o beldede belediye başkanlarınızın
tercihleri mi yoksa partinin ilçe, il başkanları mı ağır basıyor?
Tabii ki “güç kimdeyse” “para kimdeyse” “alt kademelerdekilere destek
kimden gelebiliyorsa” o daha ağırlıklı.
Ve tabii ki bu tercihinde yerel yöneticiler de siyasal içgüdüleriyle ve
kendi geleceklerini düşünerek ellerinden geldiği ölçüde partinin
kademelerini düzenlemeye yöneliyorlar.
Siyaset çizgisi açısından da; o yerel yönetici sağcıysa sağa, solcuysa
sola; bir başka deyişle yerli-yabancı sermayeden, küresel güçlerden ve
büyük patronlardan yanaysa onlara; halktan, emekten yanaysa halka ve
emeğe hizmet ediyor.
Hele bulunduğu mevki Türkiye ölçüsünde etkileyici bir yerse, o zaman
daha da iddialı söyleyelim; bu “işleyişle” partiyi de önemli ölçüde sağa
ya da sola doğru kaydırabilecek bir manivelaya sahip oluyor.
Diyebilirsiniz ki; iyi ama yine de her şey parti sınırları içinde
kalıyor; programımızın, tüzüğümüzün çizdiği bir çerçeve var…
Ona şimdiden bir şey demiyoruz ki, biz partiyi bırakıp başka bir sağ ya
da sol partiye koltuk çıkar da demiyoruz. Partinin temel siyasetini ufak
ufak bir tarafa yöneltici, yani şimdiki şirazesinden her hangi bir yana
kaydırıcı imkan yaratılıyor diyoruz.
*
Partiler birer hukuksal kişiliktir.
Sonuçta, elle tutulmayan gözle görülmeyen “sanal” varlıklardır.
Onu görünür kılan da, siyasetinin ne olduğunu gösteren de her
kademesinde görev alan insanlardır.
Eğer bir partinin “insanlarının” siyasi görüşleri değişime açıksa ve bir
gün yine herhangi bir yönde değişime uğramışsa, onlarla birlikte
“partinin görüşü de” değişmiş olmaz mı?
Kadroları sağa kaydırırsınız daha sağ parti olur, sola kaydırırsınız
daha sol parti…
Bu durum programınıza, tüzüğünüze mi uymadı?
Kurultaylar ne güne duruyor? Madem ekip kuvvetli, delege işi tamam;
“kabul edenler” “etmeyenler”… “edilmiştir” işte hepsi bu kadar.
Netice:
Siyaset ve “para”nın birlikte döndüğü bu çarklar sisteminde yerel
yönetimler ellerine geçen “imkânlar” ile genel yönetimleri; genel
yönetimler de partinin siyasetini harekete geçirebiliyorsa - ki kendi
mantığı içinde öyledir- belli ki sırf “bizim formayı giyecek” diye
birilerini aday çıkardığınızda, anlattığımız “neden-sonuç” ilişkisi
dolayısıyla aslında, o adayın ya da adayların ve arkasındakilerin
kişiliğinde partinin genel siyasetinin de ne tarafa doğru evrileceğini
belirlemiş oluyoruz.
Türkiye bu gün yaşamsal açıdan bir takım kritik eşikleri aşma
zorunluluğundadır.
Ülke bu gün, son dönemin “küresel-piyasacı” “yerli-yabancı sermayeci”
ve “kişisel hırsı siyasetçiliğinin önüne geçmişler” inden ve siyaseti
“popülizm yaparak oy toplamak” olarak algılayanlardan “çok çekmektedir”
ve eğer bu durumdan rahatsız olan halka şimdi yeni bir alternatif
sunulacaksa, tabii ki artık böylesi değil; bunlardan daha farklı,
gerçekçi, halkçı ve daha etik bir siyasetin sunulması gerekecektir.
Çünkü siyasette toplumu harekete geçirecek bir hareketlenme
bekleniyorsa, sağ iktidarların bunalttığı insanlara cazip gelecek olan
“alternatif siyaset”, şimdi üzerinde bulunulan ama yeterli olmayan
noktadan biraz daha sağa değil, olsa olsa biraz daha sola kayarak
sunulabilecektir.
Çünkü her halkçı değişim solculuktan beslenir.
Bu düşüncelerimizi bir kenara not edelim dedik.
Türkiye siyasette pek çok kırılganlıklar yaşıyor.
Dolayısıyla hangi kararın ne sonuç vereceğini, bu gün “olacak o kadar ”
denerek kabul edilebilecek bir adımın, çok kısa bir süre sonra nelere
yol açtığını görüp şaşırabiliyoruz.
Sonra da çoğu zaman “ah keşke” deyip hayıflanıyoruz.
Evet, görüp şaşırıyoruz, hayıflanıyoruz da ama; olanlar bu zihinlerin
kolayca bulandırılabildiği ortamda çok da kolay unutuluyor.
Sonra da suyu ısınan kurbağa örneği, bir şeyleri fark edemeden, belki de
güle oynaya kimi “değişim”lere uğrayıveriyoruz.
Onun için biz; şimdi burada ileri sürdüğümüz bazı düşüncelerimizi kapı
arkalarında ya da lafta bırakmayıp “kayda” geçirmek istedik.
Gerisi memleketin kaderi, kısmeti diyelim…
|
|