|
|
Başı ağrıyan ekonomi için “keskin nane” kur politikasıdır
Şehirlerarası
otobüslerin Sirkeci Garı’nın yan sokağından kalktığı 60’lı yıllar…
Yazıhanelerin hemen yakınında “memleket” otelleri, yanı sıra “saz
evi” ya da “pavyon”lar ve polisin fazla bağrıştıkları için
ikide bir yakalayıp ceza olarak saçlarını sıfıra vurdurdukları
çığırtkanlar…
Bir de “Keskin nane” satıcıları vardı.
Hareket saati yaklaşan her otobüsü istisnasız ziyaret eder, “Başı
ağrıyana, midesi bulanana keskin nane” nakaratıyla nane şekeri
satarlardı.
O günlerde bütün yollar bozuk, otobüsler “haşat” olduğu için seyahate
alışkın olmayan herkesin, aracın içine dolan mazot kokusundan başı
ağrır, midesi bulanırdı.
Bu nedenle de hareketten önce tedarik edilecek bir paket keskin nane
şekeri, o tarihteki yolcuların olmazsa olmaz ilacı gibiydi.
Şimdi o yollar düzeldi, otobüsler bizim nesle göre adeta “uçak” kadar
konforlu görülüyor da, her nedense insanların baş ağrılarıyla mide
bulantıları bir türlü kesilemedi.
Acaba bunun çözümü yine bizim zamanımızın harika ilacı “Keskin nane”
ile olabilir mi?
*
Bankacı değilim.
Dolayısıyla işin bankacılığı ilgilendiren teknik kısmını onlar
tamamlasınlar derim ama, galiba ekonomimizin şimdiki işleyişinden
kaynaklanan mide bulantıları ve baş ağrılarını kesmenin en pratik ilacı
yeni bir kur politikası.
Yani Türk Lirası üzerinde döviz fiyatlarının yeniden ayarlanması.
“Keskin nane” gibi her derde deva olarak görülmesine karşın, şüphesiz
her ilaç için olduğu kadar ekonominin keskin nanesi olabilecek yeni “kur
politikasının” da bazı yan etkileri olabilir.
Şimdi bunları erbabına bırakıp bu işin tartışmaya açılmasını sağlamaya
çalışacağım.
*
En kalın çizgilerinden yola çıkarsak tablo şu:
Türk ekonomisi üretememekte, başkalarının ürettiğini tüketmektedir.
Üretmeden tüketen herkes gibi bunun diğer yönü; bedelini hem
cumhuriyetin birikimlerini yiyerek hem borçlanarak karşıladığımızdır.
Bu küresel piyasacılıkta “bedavacılık” olamayacağına, kimse
kimsenin kara kaşına kara gözüne bakarak sözüm ona “dostluk”
göstermeyeceğine göre bizim durumumuzu gösteren genel işleyiş aynen
budur.
*
Bir ülkenin bir diğer ülkeden “nemalanması” artık o eski
emperyalist uygulamalardaki gibi top tüfekle ya da pala sallayarak
olmuyor.
Küresel sermaye hareketleri o eski usulleri “de-mode” etti.
Hani koca koca han kapılarınıbile ufak bir anahtarla açarsınız ya, işte
bir ekonominin kapılarını ardına kadar dışarıdakilere açan da, şimdi
ancak tarihi filmlerde gördüğümüz “Koçbaşı”ları falan değil;
çoğumuzun gözünden kaçan “kur politikası”dır.
Hep anlatılıyor:
-Milli tasarrufumuz düşük, dışarıya borçlanmak zorunda kalıyoruz.
-Ürettiğimizden çok tüketiyor, para da kazanamadığımız için
borçlanıyoruz.
-İşsizlik önlenemiyor çünkü üretim olmayınca işçiyi kim ne yapsın?
-Özelleştirme adı altında geçmişin mirasını yiyoruz.
-Yüksek faiz ödüyoruz.
-İşçimize, memurumuza, emeklimize para veremiyoruz.
-Bütçe açık, tüketici borca batmış
-Dolaylı vergiler belimizi büküyor, her gün her şeye zam yapılıyor…
Bu “Muhabbet”i
istediğiniz kadar uzatabilirsiniz; hepsi de gerçektir.
Ama bir tek şeyi; üstelik bütün bunların en temel nedeni olan TL’nin
değeri meselesini yani “kur politikası”nı atlıyoruz biliyor
musunuz?
Başbakan 2011 Kasımında öğünerek anlatıyordu:
"Biz karşılıksız para basmayı modern hırsızlık olarak tanımladık.
Bugün paramız değer kazandıysa böyle değer kazandı"
Oysa bu modern
hırsızlık (!) değerlendirmesine Sayın Kılıçdaroğlu bakın nasıl doğru bir
karşılık veriyor:
“ABD merkez Bankasını, trilyonlarca dolar basıp, dünyayı dolara
boğmasının temel nedeni, ABD ekonomisini “üreten ekonomi” haline
getirmektir. Ama ekonomiden o kadar habersiz bir başbakanımız var ki TL
çok değerlendi diye, neredeyse göbek atacak. Niye Amerikalılar Amerikan
dolarının değerini düşürüyorlar?”
Olay aslında
yukarıdaki iki siyaset ve iki demeç kadar açık.
Sayın Başbakan
“bilerek” ve isteyerek” TL’yi değerli, ve dolayısıyla “dövizi ucuz
tuttuğunu” söylüyor ve bununla öğünüyor.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun dediği doğru ama ne yazık ki bu çok temel
çelişki, günlük çekişmelerin arasında kaybolduğu ya da ekibince
önemsenip halka yeterince anlatılamadığı için toplumu bir gezi parkı
kadar bile dalgalandıramıyor.
Bu referanslardan
sonra toparlayalım:
Türk Lirasının bilerek ve isteyerek değerli ve dolayısıyla yabancı
paraların ise ucuz hale getirilmesi, Türk ekonomisinin ve dolayısıyla
Türk sanayicisinin, esnafının, çiftçisinin, işçisinin ve sıradan
insanlarının başlarındaki sürekli ağrının temel nedeni olmuştur.
Kurların bugüne kadar düşük tutulması politikası dolayısıyla;
-İthalat, Türkiye’de üretim yapmaktan daha cazip hale gelmişse
üretimimiz düşmez mi?
-Türkiye üretmediğinde, tükettiği her malın içindeki işçilik bedeli onu
üretenlerin işçisine gitmez mi?
-Üretimi düşen ülkede sanayici, esnaf, işçi kazanamazsa, olmayan
kazançtan vergi toplanamayacağı için devlet de memuruna, emeklisine para
veremez, kimi hizmetleri vermekten vazgeçerse, harçtı puldu deyip
olmadık işlerden para toplamaya çalışırsa bu politikalardan bütün millet
zarar görmez mi?
-Üretmeyen ve dolayısıyla kazanamayan ekonomi bir yandan cumhuriyetin
birikimini satıp diğer yandan borca batmaz mı?
-Bu batıklık ekonomiyi daha da dara düşürüp iç piyasasını, hatta
siyasetini yabancılara teslim etmez mi?
“Eder” diyorsanız; bu
politikanın yansımalarının yani ikincil etkilerinin değil, doğrudan
kendisi tartışılmalı, çözüm sorulduğunda ekonomideki “restorasyonun”
yani kötü etkilerinin giderilmesi önerilerine buradan başlanmalıdır.
Gerçi bu yanlış ekonomi politikaları bu günlerde çökmüş ve ekonominin
tabiatı, aynen yer kürenin dere yataklarına yapılan binaları yıkarak
kendi kuralını uygulaması gibi bir durum yaratmıştır. Ama eğer hükümet
her şeye rağmen yine aynı politikayı ayakta tutmak ve dövizi bastırmak
isterse, yapılan o büyük yanlışla çatlaklar derinleşmeye devam eder.
Ne olursa olsun artık bu politikadan dönülmelidir.
Buradaki ciddi sıkıntı, maalesef özel sektörün dış borçlarının
yüksekliğidir.
Kur yükselirken, ihracat geliri olmayan sektörler, kurun değişmesi
oranında ek yük altına gireceklerdir. Ancak bu da bazı tedbirlerle
azaltılabilir, yumuşatılabilir, ötelenebilir.
Baştan söylediğimiz gibi; baş ağrımızın ve mide bulantılarımızın
kaynağını bilelim, tartışalım; bundan kopuk ya da bunun teferruatı olan
konularla vakit geçirmeyelim.
Bir kere teşhisimizi doğru koyalım, çözümünü öyle ya da böyle bir
biçimde buluruz.
Naneyse nane, ilaçsa ilaç; geleceği kurtarmak için ne gerekirse artık
onu da içeriz.
|
|