|
|
Yüz yıl önce, yüz yıl sonra yine bu topraklar üzerine
İngilizler dış politikada yüz yıl için hesap yapar derler.
Amerikalıların hesapları kaç yıllıktır bilemiyorum ama bu günlerden bir
yüz yıl kadar geriye gidilip düşünüldüğünde onların da yaklaşık bir o
kadar süredir bu topraklar konusunda bazı “duygusal” planları olduğu
belli. Onların da 1918 yılında ilan edilen Wilson İlkeleri ile,
Osmanlı’dan kalan topraklardan ne kadarının Türklere, ne kadarının diğer
etnisitelere bırakılması gerektiği hakkında bazı düşünceleri bulunduğu
tarihe mal olmuştur. Bu konuyu merak edenlerin internet üzerinden bile
oldukça geniş bilgiye ulaşması mümkündür.
O bilgilerden ilk öğrenilenler, bu işlerin öyle sanıldığı gibi
birilerinin birilerine kalkınması için yol göstermesi, iyilik etmek
istemesi ya da dünyayı adaletli ve huzurlu bir düzene sokma düşüncesiyle
olmadığı; işin asıl nedeninin şu ya da bu biçimde buraları ekonomik
olarak “kullanma” meselesi olduğudur.
Başbakanlığımıza bağlı Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu’nun
internet sitesinde Wilson’ın 14 ilkesi ile ilgili olarak yer alan bazı
satırlar şöyle:
“İkinci madde denizlerin serbest kullanımını, üçüncü madde ise
ekonomik engellerin kaldırılarak ticaretin serbestleştirilmesini
öngörmektedir. Bunlar, büyük bir ekonomik güce ve sermaye birikimine
sahip olan ABD’nin bu gücünü kullanarak dünya çapında ekonomik etkinlik
kurması için gerekli olan açılımlardır.
Self-determinasyon (özerklik) ile ilgili beşinci madde, ilk bakışta
sömürgelerin varlığını tartışmaya açtığı izlenimini yaratıyorsa da,
ileride görüleceği gibi, asıl amacı bu değildi. Asıl amaç, sömürgeleri,
tüm büyük güçlerin ticaret serbestisine sahip olacakları liberal bir
anlayışla yeniden yapılandırmaktı.
Ancak, liberal ekonominin, serbest ticaretin ve buna uygun bir siyasal
ve ekonomik yapılanmanın dünya çapında korunup sürdürülmesi, büyük
güçlerin bu konuda uyum ve işbirliği içinde hareket etmelerine bağlıydı.
Tüm devletlerin üye olacakları bir uluslararası örgütün kurulması bunun
için isteniyordu. Yani on dördüncü madde ile “tüm devletlerin siyasi
bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini güvence altına almak” söylemi
altında güdülen asıl amaç, büyük güçler arasında bir işbirliği zemini
oluşturmaktı.”
Bu
14 ilkeden on ikincisi ise doğrudan bizimle ilgiliydi ve şöyle diyordu:
“Madde 12. Osmanlı İmparatorluğu’nun, nüfusunun çoğunluğunu Türklerin
oluşturduğu bölümlerinde Türk egemenliği güvence altına alınmalı;
İmparatorluk sınırları içindeki diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve
özerk gelişimleri sağlanmalıdır.
Çanakkale Boğazı, uluslararası güvenceler altında tüm gemilere ve
ticarete sürekli olarak açık hale getirilmelidir”
*
Yüz yıl öncesinde ileri sürülen bu düşünceleri öğrendikten sonra gelelim
günümüze…
Türkiye, maalesef nasıl gelişip nasıl sonlanacağı pek de öngörülmemiş
bir “süreç”i yaşıyor. Kamuoyuna yapılan açıklamalara göre Türkiye’nin
şimdiki Anayasası geri bir anayasadır, Türkiye Cumhuriyeti,’nin
değiştirilemez denen temel ilkelerini oluşturan ilk üç maddesi dâhil
tamamı günün koşullarına uygun olarak yeniden yazılmalıdır.
“Günün koşulları”nın neleri gerektirdiği de, tartışmaların en çok o ilk
üç maddesinin gündemden düşmemesinden kolayca anlaşılıyor.
Ne kadar enteresandır ki; şimdi Anayasayı yeniden yazmaya soyunanlarla
bunu savunanların düşünceleri Wilson’ın yüz yıl kadar önce öne sürdüğü
düşüncelerle bir hayli benzeşiyor.
Bu
“benzeşme” bize; bu gün alınacak, uygulanacak ya da taraftarı olunacak
kararların en azından yukarıda sözünü ettiğimiz politikalar kadar uzun
vadeli ve ileri görüşle alınmış olması gerektiğini hatırlatıyor.
*
Bir önceki yazımızda, “Çözüm”ün “çözülmedikçe olmaz” unsurlarından
birinin “bölgenin ekonomisi” olduğunu söylemiştik. Bir kere daha
tekrarlayalım; coğrafyası nedeniyle istendiği kadar gelişme şansı
bulamamış ve bundan sonra bulması da pek kolay olmayacak bir “bölge”nin
inatla ileri sürülen kendi kendini yönetmek konusundaki politikası
yanlıştır. Bölgenin kendini kıyasladığı batı bölgeleri ile aynı
ekonomiye ulaşabilmesi, kendi kendine yeterli düzeye gelmesi için ancak
kendini kıyasladığı bölgelerle yer değiştirmesi gerekir ki bu da mümkün
değildir.
Buna rağmen bölge halkının ya da bölge halkı adına birilerinin inatla
özerklik istemesi, aslında refaha ulaşmak istenirken bir süre sonra
orada daha büyük bir ekonomik açmazla karşılaşılmasına yol açacaktır.
Çünkü ekonomi ile coğrafya arasında her zaman belli bir paralellik
vardır.
Bu açmazı aşmanın birinci yolu bir gün bu yanlıştan dönülüp tekrar
entegre olmaksa, yaratılan gerginliğin beyhudeliği ortaya çıkacaktır.
İkinci yolu şimdi Irak’ta olduğu gibi “özerkliği abartmak” ise, bu sefer
de kimsenin kimseyi kara kaşı kara gözü için sevmediği bu yerkürede
birilerinin daha yüz yıl öncesinden gördüğü rüyaları gerçekleştirmeye
yarayacaktır.
*
Böyle bir tabloda “doğru çözüm”ü arayanlar ne yapsınlar?
Doğru çözüm, bu gün atılacak her adımın önümüzdeki on yıllarda hangi
gelişmelere yol açacağını hesaplamak ve ona göre davranmaktır. Kısa
vadeli çözümler bazen cazip olabilse de, adı üzerinde “vadeleri de kısa”
çözümlerdir.
Uzun vadeli politikada kimin kiminle dost ya da düşman olacağı,
liderlerin birbirleriyle olan karşılıklı muhabbetleri ile değil,
ülkelerin karşılıklı ekonomik çıkarlarına bağlı olarak belirlenir.
Şimdiki tabloda “çözüm”ün ekonomisi üzerinde durulmuyorsa yani bu işten
her şeyin ayan beyan belli olacağı uzun vadede, ekonomi alanında kimin
ne kazanacağı, kimin ne kaybedeceği konuşulmuyorsa; belki işin bu
tarafını konuşmayan ya da konuşturmayanlar durumu kendi ekonomileri
açısından öyle uygun görmüşlerdir ama diğerleri mutlaka yanılıyordur.
*
Bu açmazdan çıkmanın yolu, bölgede siyasetten çok ekonominin
planlanmasından geçer. Buradaki alt yapının geliştirilmesi, yatırım
ikliminin oluşturulması, üretim ve istihdamın sağlanması, üretilecek
olan malların geniş iç ve dış pazarlara açılması planlanmalı ve bu plan
sonuç alınana kadar kararlı biçimde uygulanmalıdır.
Bölgenin mayınlı arazileri de kapsayan toprak avantajı, bu planlı
kalkınmayı yürütecek olan erkin en önemli araçlarından biridir. Bu
topraklar her şeyin piyasa koşullarında yönlendiği günümüzde kesinlikle
ufak parçalara bölüştürülüp dağıtılmamalı, bu çağda tarımın ancak büyük
ölçekli olduğu zaman verim yaratacağı gerçeğinden hareketle bir arada
tutulmalıdır. Aksi bir politika, bölge kalkınmasında işe yarayacak bu
önemli kozun çok kısa bir süre sonra yerli ya da yabancı birilerinin
elinde toplanmasına yol açacak, bölge halkı yine topraksız ve
dolayısıyla çaresiz kalacaktır.
Önerimizin bu satırlara sığdırılabilecek özü; bir zamanların “Köy
Enstitüleri” modelinin bu defa o topraklar kullanılarak “Ziraat
Enstitüleri” haline getirilmesi, ilk yatırımların bölge insanının emeği
ve katkısıyla hızlandırılması, yatırımlar üretime geçtikçe işsizliğin bu
yolla giderek azaltılması, bütün bunlar olurken de; mali açıdan
sistemin, kendini kendi ürettikleri ile finanse eder ya da en azından
finansman yükünü hafifletir hale getirilmesidir.
İşin ekonomisini planlamamak, çözümü daha da “piyasa” koşullarına
bırakmak, açıktır ki, bölge insanını değil; daha çok, en azından yüz
yıldır bu bölgenin kendilerine açılmasını bekleyen ve amaçları yukarıda
kendi sözleri ile aktarılan “küresel piyasacıları” hayallerine
kavuşturacaktır.
Bölgenin ihtiyacı, daha çok “piyasacılık” değil, daha çok sosyal
demokrasidir.
|
|