Etkin yurttaşlık ve “Mani oluyor halimizi takrire hicabımız”


Memlekette bazı işler içimizi karartıyor, bizi geriyor ya…
O zaman lafa; Nigar Hanım’ın sözleri üzerine Tatyos Efendi’nin bestelediği şu güzel şarkıyla ve “hafiften” girelim mi ne dersiniz?

“Mani oluyor halimi takrire hicabım
Üzme yetişir, üzme fırakınla harabım
Mahvoldu sükunum, beni terk eyledi habım
Üzme yetişir üzme, firakınla harabım”

Hani iktidar partisi toplantılarında söylenen             “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısı var ya; işte Nigar Hanım’ın şarkısı da muhalif yurttaşların –ama içten içe- söylediği şarkıları gibi.

O dizelerde günümüz Türkçesiyle deniyor ki:
“Durumumu anlatmaya utancım engel oluyor, sakinliğim mahvoldu, uykularım kaçtı; yeter artık üzme, ayrılığınla yıkıldım.

*
Nigar Hanım şüphesiz o zamanlar birine olan kişisel duygularını dile getirmiş,
ama son günlerde halkımızın yarıdan fazlasını oluşturan bir kesim; kaba hesapla küçüklü büyüklü 40 milyon kadar insanımız adeta kendi halini dile getiren bu şarkıyı içten içe söylüyor.

“Efendim bizi çok kötü yapacaklar!
“Bu işten nasıl kurtulacağız?”
“Uykularım kaçıyor”
“Utanıyorum”
“Ah biri gelse de… var ya…?”
“Bu bizimkilerde iş yok”
“Hiç ümidim kalmadı!”
Falan filan.

Otobüste, vapurda, kahvede, ya da durakta beklerken; şöyle hafiften bir kulak kabartın etrafınıza, bu lafları istediğiniz kadar çeşitlendirebilirsiniz.

*
Sanayici sıkıntılı, esnaf sıkıntılı, memur sıkıntılı, işçi sıkıntılı, işsiz hepten sıkıntılı; emekli, engelli, öğrenci, köylü, sokakta dolaşan adam, evdeki hanım, genç kız, delikanlı… hepsi ama hepsi.
Sakinlikleri gitmiş, uykuları kaçmış; şimdi çok uzaklarda kalan eski günlere özlem duyuyorlar, kızarıyor, bozarıyorlar ama “söyleyemiyorlar” nedense.
“Mani oluyor dertlerini yukarılara “açmaya” utangaçlıkları”.

Açanlar yok mu? Var elbette.
Hem de –kendi hesaplarına- gerektiği kadar da yüksek perdeden.
Ama ne enteresandır ki, onların sesi de bu -içli ve utangaç- şarkıcıların sesiyle bastırılmaya, söylenecekse onu biz söyleriz! gerekçesiyle adeta duyurulmamaya, çalışılıyor.

*
Oturduk, harıl harıl -sözüm ona- daha çok demokrasi getirsin diye anayasalar tartışmıyor muyuz?
O parti, bu parti…
Var mı “Asıl mesele ‘daha çok demokrasi’ falan değil, bu iş başka” diyebilen?
Yok…
“Değiştirmesine değiştireceğiz buna itirazımız yok da öyle olmasın böyle olsun”muş.
Değişince acaba, insanlar “hallerini takrir ederken” o “getirilecek” anlayış sayesinde daha da serbestçe söyleyebilsin diye mi umuluyor?
-Yok canım!

*
Bize kalırsa mesele asla insanların demokrasi yetersizliğinden dolayı konuşamaması değil; bazıları istediği gibi konuşmuyor mu?
Hem de akıllara zarar bir biçimde.
Temel mesele “asıl konuşması gereken kişilerin konuşmaması ile; konuşulacak yerlere ulaşacak biçimde konuşulmaması”

Şu dillerde dolaşan ve adına “demokrasi” denen şey “Demos” ve “Kratos”un birlikteliği değil miydi?
Yani “Halk” ve “İktidar”ın.
İkisi bir arada mı?
-Düşünelim bakalım:
Siz insanların hem iktidarı yönlendirecek bir düzen içinde yaşadıklarını düşünüp hem yaygın bir biçimde sadece “bir birlerine” hallerinden şikayetini nasıl yorumlarsınız?
-Halk iktidara yön vermek, içine sinmeyene itiraz etmek için değil, sadece birbirlerine kendi hallerinden “bahsetmek” için konuşuyor sanki...
“Bu iş bitmiş!”
“Hiç umudum kalmadı”
-Niye?
-Şarkıdaki gibi galiba: “Mani oluyor halimizi birilerine takrire hicabımız”

*
Eğer demokrasi denen şey, halkın kendi kurumlarından, kendi seçtiklerinden şikayet etme rejimi değil de onları yönlendirme rejimi ise o zaman, şimdi durumlarını birbirlerine şikayet edip oturanlara bir görev düşüyor:
Aralarında “dertleştikleri” şeyleri bir biçimde bunları yapacak olanlara bildirmek!
Çok değil, sadece birbirimizle “dertleşmeyi” nasıl beceriyorsak, talebimizi de birilerine öylece bildirmek bütün ihtiyacımız…

-İşsizlikten mi şikayet var?
-Ekonominin gidişatından mı?
-Huzurun kaçtığından mı?
-Siyasetin çarpık işlemesinden mi?
Daha başka şikâyet edilen neler varsa…
Hepsini, ama hepsini –çekinmeden- söylemek.
Onlar “Siz dinleyin” deseler de “Hayır, ben söyleyeceğim siz dinleyin” diyerek.

Çünkü “söylemeyene söylerler”.
Malum: “Siyaset boşluk kabul etmez”.
“Halkımız” ile, onun adına sandalyede oturan “Demokrasinin kurumları” arasındaki dengede de sessizce oturan değil, “söyleyen” kazanır.
Onun için mutlaka bir araya gelecek, örgütlenecek; aktif/etkin yurttaşlar olacağız, “söyleyeceğiz”.
Sadece “kendi akilimize” yatanın yapılmasını isteyeceğiz, sesimizi duyuracağız.
Haydi bakalım!
Böyle düşünenler beri gelsin, artık bir şeyler yapmaya başlıyoruz.