|
|
Siyaseti bilenler bu işi “umut satma sanatı” diye tanımlıyorsa
Halk arasında siyasetçiye “partici” de dendiğini duymuşsunuzdur
mutlaka.
Nedir “Partici”?
“Partici” galiba “siyasetçi”den daha pratik, daha “günlük”
bir anlam taşıyor.
Belki de, kendi derdiyle boğuşan insanlar açısında “hayatın pratiği”
her zaman felsefesinin önünde gittiği için bu böyle…
Siyaset, oldukça yüce ve felsefi bir uğraş olarak tanımlanabilirken, “particilik”te
insan egosu açısından felsefeden daha öncelikli olan bir şey var: “günlük
uygulama”
Sabah gözünü geçim derdi ya da gelecek endişesi ile açanların
kafalarındaki sıralamada bundan doğal bir şey de olamaz zaten.
İyi de bu ikisi acaba birbirinden ayrı şeyler mi, “siyaset” “particiliğin”
alternatifi mi derseniz öyle de değil tabii. Kişiden kişiye değişse bile
bu ikisi her zaman belli ölçülerde bir arada olmak zorunda. Çünkü
uygulaması olmayan siyaset, olsa olsa kendi kendini tatmindir, zihin
sporudur.
Siyaseti olmayan particilik de kişisel egoyu tatminden başka amacı olmayan
bir koşuşturma olarak kalır.
Peki, madem her ikisi bir arada olacak; o zaman hangisi ne oranda olmalı?
Bir partide “siyasi kurumlaşma” sağlamsa, yani “çizgi” yerinde ve
particilik çekişmelerinden etkilenmeyecek kadar derin ise sorun yok; o
zaman siyaset endişe duyulmayacak kadar sağlamdır, geriye “tam yol
particiliğin” önünü açmak ve amaca ulaştıracak çalışmaları ateşlemek
kalır.
Yok, eğer kurumlaşma zayıf kalmış, dolayısıyla siyasi çizgi adeta
silikleşmişse bu durumu tersine çevirmeden yapılan particiliğin giderek
hangi sonuçlara varacağını, hangi siyasi yanlışa düşülebileceğini
kestirmek; “particileri” kontrol altında tutmak mümkün değildir. Çünkü
idealizmi geri planda kalan ortalama insan tabiatının kendi yolunu yine
kişisel tatmin ve endişelerine göre çizeceği açıktır.
Bu durum, particiyi kolaylıkla idealinden uzaklaştırırken tabii ki ilgili
olduğu kurumunu yani partisini de hiç istenmeyen, daha öncesinde
öngörülmemiş bir yapıya dönüştürebilecektir.
*
Siyaset, bu işin “particilik” yani “insan egosuna hitabeden”
yönünü iyi bilenlerce “umut satma sanatı” olarak tanımlanır.
Derler ki; siyasette topluma korku, endişe salmayacaksınız, daima umut
vereceksiniz.
Çünkü insanlar umuda oy verirler.
Siyasetçi, kendine göre hangi yüce idealleri hedeflemiş olursa olsun,
bunları kitlelere ulaştırabilmek için mutlaka işin pazarlama yönünü de
düşünmek zorunda ise, kuşkusuz bunu ihmal edemez.
Ancak özellikle o kurumun yönetici kadrosu, siyaset ile pazarlama
arasındaki hassas dengede kendi particiliğini siyasetin önüne geçirmeye
başlamışsa, yani tavır ve takdirlerinde partisinin siyasetinin yerine
“kendi particilik tercihlerini” koymuşlarsa sıkıntı büyük olur ve ne yazık
ki bu sıkıntının tabandaki particiler tarafından giderilmesi pek de
kolayca başarılabilecek işlerden değildir.
*
Gelelim olayın sade vatandaş tarafına.
Büyük çoğunluğunun günlük yaşamı içinde siyaseti de particiliği de
olmayan; ya da bu konular kendi gündeminde önemli bir ağırlık taşımayan ve
“siyaset pazarlamasında alıcı durumda olan” sade vatandaş
acaba nasıl bir “siyasi müşteri” dir.
Neyi alır, ne zaman kararsız kalır, neye burun kıvırır?
Partililer tamam.
Kara gecede kara toprak üzerinde yürüyen kara karıncayı bile “bizdendir”
diye işaret etseniz onu görüp kendi partisine oy verir. Yani kendi
siyasilerinin pazarladığı umudun sürekli alıcısıdır da; aynı siyaset
pazarında önüne çeşitli seçenekler sunulan “sade vatandaş” acaba bunlardan
hangisine talip olur?
Hangi örnek üzerinden giderseniz gidin, eğer sunulan iki ya da ikiden
fazla siyasi seçenek arasında birbirlerinden fazlaca farklı bir durum
yoksa, alıcı açısından öyle “çağ atlatacak, bir dönemi kapatıp yeni bir
dönem açacak” gibi önemli bir yönelim beklemek beyhudedir.
Bunun birinci nedeni, “sade” vatandaşın işin ayrıntısı ve özünden
çok “görüntüsüne” göre hareket etmesidir. İktidar partisi medya
gücü ve propaganda tekniğini iyi kullandığında toplumun önüne sunulan en
ham umutlar bile belirli bir pazar payı yakalarlar.
Geçmişteki “iki anahtar”, “çılgın projeler” gibi vaadler
bunun en somut örnekleridir.
İkincisi, “eldeki kuş, daldaki kuş” meselesidir.
Sade vatandaş, bir umuda yönelirken yine de bunun ne kadar gerçekleşebilir
olduğunu, garantisini işkilli bir biçimde sorgular. Reklamcıların iyi
bildiği “karşı tarafın menfaatine yönelik doğrudan mesajlar” verme
tekniğiyle eğer iktidar daha önce sağladığı, iyi kötü somutlaştırdığı bazı
menfaatleri de gözler önüne seriyorsa ya da ortada somut bir şey
olmadığında bile bunu vaad ederken zaten o gün bunu yapabilecek iktidara
sahipse, umut pazarlamasındaki başarının onlara daha yakın görüneceği
açıktır.
Üçüncüsü, muhalif siyasetin sattığı umudun her hâlükârda iktidarın sattığı
umuttan daha çarpıcı, insanlara daha cazip gelebilecek türden ve daha
gerçekçi olması gerekir.
“Biz işleri bu iktidardan daha iyi yaparız, biz yolsuzluğa meydan
vermeden yürütürüz” türü pazarlama öyle kolay kolay sade vatandaşın
kafasında köklü tercih değişiklikleri yaratacak algılamalar yaratamaz.
Muhalefet açık-ara ile farklı bir model, açık-ara farklı bir cazibe
sunmadıkça, birbirine benzer şeylerin pazarlanmasında derde deva bir fark
yaratarak arayı kapatma şansı olamaz.
Projeler hele hele karşı tarafınkiyle benzeştikçe “ama biz her zaman
onlardan daha iyi yaparız” mesajı sade vatandaşta çok fazla
inandırıcılık taşımaz, aksine diğerinin kopyacılığı gibi algılanır.
“Bak bu işi biz yaparsak öyle yolsuzluk da yapmayız” vaadi de
insanların beklentisini pek fazla etkilemez.
Çünkü “söylenen” pek de fark yaratacak bir şey değildir.
Çünkü sade vatandaş bu işlerde daha çok, kendisine yarar vadeden “bardağın
dolu tarafıyla” ilgilenir; boş tarafının kimin boğazından geçtiği ile
değil.
*
Peki, muhalif siyasetin umut dağıtacağı, alıcısının bol olduğu alan nedir
diye sorulacak olursa son olarak ondan da söz edelim:
Bakın topluma.
İnsanları işsizse, iş bulmuş olanları bile canından bezmişse, emeklisi
ikinci sınıf vatandaş işlemi görüyorsa, öğrencisi istikbal endişesi
içinde, esnafı günden güne erimekte ise, hak hukuk adalet konusunda
kendini güvencesiz hissediyorsa; tabii ki onlara bir sol parti olarak
sunulacak umut da mutlaka bu sosyal yapının ilgi ve ihtiyaç alanı
çerçevesinde ve siyasetten beklentileri yönünde yeşertilmelidir.
Hem de “en çarpıcı” ölçeklerde.
Aksi takdirde o seçim hengâmelerinden geriye, olsa olsa kimi duvarlara
yapışıp kalmış sırıtkan aday afişleri ile çoğu zaman bezginlikler ve
kırgınlıklarla, hatta pişmanlıklarla dolu seçim anıları kalır.
|
|