İDO’ya kızıp direnme adına körfezi dolanmak
ve belki de bir gün uçarak gitmek


 İDO konusunda tarihe not düşmek için yazdığımız bir önceki yazı, bu yaz sıcağına rağmen hayli ilgi topladı.
Neden mi?
Çünkü günün sıcağı ve karmaşası içinde koşuşturup duran insanlarımız yazılanları okuma fırsatını bulamıyor ama başına gelince işin ne olduğunu hemen fark ediyor ve tepkisini de gösteriyor.
Bu da öyle olmalı.
Zaten eskiler ne demişler:
Bir musibet bin nasihatten evladır” (önce gelir, önceliklidir)
Yani başa gelen kötülükler her zaman bunun başa geleceğini anlatmaktan daha etkilidir gibi bir şey.

İDO konusu da, aslında bu hale geleceği gerçekten çok önceden belli olan bir şeydi.
Düşünsenize… Siz önce uluslararası sermayenin bu sularda at oynatmasına ses çıkarmayacak, “ohhh, ne de güzel özelleşiyoruz, özelleştikçe de küreselleşiyoruz, biz bizden öncekilerden daha çok sattık, memlekete yabancı sermaye geliyor akın akın” diyen bir zihniyeti iktidara getiriyorsunuz.


Yabancı sermayeden hemen gelmeyip “bu kadarı da olabilir mi acaba” diye tereddüt gösterene “Gel kardeşim piyasanın en alası burada, al kazan-sat kazan diyorsunuz (Malum bizim hisse alıp satmaya mahsus kurumumuzun yüzde yetmişinde yabancılar “oynar”lar ve bir zamanlar dünyada en çok kazandıran bizdeki borsadır diye övünürdük).

Sonra sizin bu devleti kurarken en temel iddialarınızdan biri olan kabotaj hakkı ve bunun somut ifadesi olan Kabotaj Kanununu yok sayarak “Kabotaj alıcının sorunudur, biz satarız” diyerek adeta pazarcı tavrı gösteren bir yabancı sermayeli kurumun tek “yol göstericiliğinde” halkın malı olan İDO’yu satıyorsunuz. Halkın ekonomisini korumak ve kollanmakla görevli Rekabet Kurumunuz “tekelcilik bunun neresinde” diyor, bundan en az beş milyar dolar beklerim diyen satıcısı, bunu beşte biri bile olmayan 860 milyon dolara sattığında bu satıştan da huylanmıyorsunuz.
İhtiyacımız vardı sattık dediklerinde, sanki şimdi o alıcılara daha fazla bilet parası ödeyen halkın paraya ihtiyacı yokmuş gibi “doğru vallahi, bak belediyenin ihtiyacı görüldü” diyorsunuz.

Taa ki yaz gelip gişeden bilet almaya gidene kadar…

Hani rahmetli Aziz Nesin’in “Kazık bana giriyor” adlı ünlü hikâyesindeki gibi, sıra kendinize gelince de “Vayyyy efendim, kazık bana giriyor” diye bağırmaya başlıyorsunuz.

Bu durum gerçekten de atalarımızın o “bir musibet bin nasihatten önce gelir” özdeyişini haklı çıkarmıyor mu?

Şimdi gelelim işin bir başka yönüne.
Yine bir başka yanlış yapılıp işin özü gözden kaçırılıyor:
O da şu; Bu işlerde fatura sadece İDO’ya ya da bunun patronlarına kesilip, bunu başımıza saranlar es geçiliyor.
Bakıyorsunuz İDO’yu satan kişi önce yurt gezisine çıkıyor, oradan memlekete tatile gidiyor.
Oradan da tıss yok.

Bizde, bir devlet büyüğümüzün de dile getirdiği gibi “Sermayenin dini imanı yoktur” derler.
Yani siz bir sermayeyi, hele de içinde yabancıların olduğu sermayeyi davet edip “gel bizde para kazan” derseniz, adamı çağırdığınızda bu işin “raconunu” tam belirlemeyip onu “sen özel sektörsün, bu işleri bilirsin; yap bildiğin gibi tarifeni” derseniz doğal olarak olacağı budur.

Adamlardan hiçbir şekilde “halkın hizmetkârı” olmalarını, “kamu hizmeti” yapmalarını bekleyemezsiniz.
Onlardan bunu bekleyemediğiniz için de “onu neden böyle yapmadın”, “bak halkımız senden memnun değil” falan da diyemezsiniz.
Sermayenin “güdü”sü, yani içindeki cevher her zaman daha fazla para kazanma hasretidir. Fırsatını bulduğunda affetmemesi onun tabiatı icabıdır.
Şimdi durum o durum.

Ama nedense pek çok kişi gidip ey “İDO neden böyle yapıyorsun” diyor da, tutup onlara bu imkânı verenlere “Peki sen bunu neden yaptırıyorsun” demiyor.

İDO’ya kızmak, bağırmak, protesto etmek, hatta kızıp körfezi dolaşmak durumu ne kadar değiştirir hiç düşündünüz mü?
Özel sektör esnektir, özel sektör akıllıdır, özel sektör müşteri psikolojisini iyi bilir.
Hani nerede İtalyan malları protestosu, hani nerede Fransız mallarını boykot?

Merak etmeyin, siz tepkiyi gösterseniz de onlar bunu aşar, bir süre sonra işler tekrar yoluna girer.

Çünkü siz körfezi dolaşınca belki iskele kuyruklarındaki izdiham biraz azalır ama bu gelir dağılımı çarpıklığında, bu fiyatlardan bilet almayı pek de dert edinip tatilinin tadını bozmayacak hayli hali vakti yerinde insanımız vardır ve bunların sayısı 75 milyon nüfus içinde her zaman bu gemilerdeki koltuk sayısından fazladır. Siz kızıp körfezi dolanırsanız, kendinize edersiniz ama onlar sıranın kendilerine ne de çabuk geldiğine bakıp sevinirler bile.

Siz körfezi dolanırsınız, kendinizi zora sokar ama bu sorunu ortadan kaldırma anlamında hiç bir sonuç alamazsınız.

Düşünebiliyor musunuz? Birileri sizin makul fiyatlarla bilet alma hakkınızı ortadan kaldırıyor ve git şu arkadaşların istediği parayı öde diyor. Siz ona “peki ben neden fazla para ödeyeceğim, beni neden buna mecbur ediyorsun, bu yetkiyi nasıl oluyor da kendinde buluyorsun” demek ve bunun hesabını sormak yerine, asıl işi fırsatını bulunca buradan para kazanmak olan adama kızıyorsunuz.

Gelin daha da açık bir örnek verelim:

Diyelim ki şimdi bu işlerde çok kızdığınız sermayenin İngiliz ortağının kendi memleketinde ticaret yapıyorsunuz. İngilizler de Liverpool limanındaki vapurculuk işini her ne hikmetse halkına, sendikasına falan sormadan size ihale etti ve “Al kardeşim, al sana istediğin kadar yolcu benden, sen özel sektörsün istediğin gibi bilet kes” dedi.

Baktınız iyi para kazanılıyor, bilet işini biraz geliştirdiniz daha da para kazandınız, biraz daha geliştirdiniz daha daha para kazandınız…
Bu durumdan memnunsunuz, ortaklarınız memnun, kimsenin malını çalmıyor çırpmıyorsunuz, üstelik Türkiye’ye döviz de kazandırıyorsunuz.
Biz de memnunuz.

Kime dua edersiniz?
Oradaki İngiliz yolcular size ne der bilemem ama siz kime “Allah başımızdan eksik etmesin, sayesinde iyi kazanıyoruz” dersiniz?
Bu imkânı size veren İngiliz yetkililerine değil mi?

Haydi gelin şimdi olayı tersinden düşünün;
Tutun ki olay Türkiye’de oldu ve siz de İngilizsiniz…
Düşünün ve “şeytan diyor ki al arabayı dolaş körfezi” formülüyle durumu değiştirip değiştiremeyeceğiniz konusunda gerçekçi bir kanaat sahibi olun.

Ha yine bu günden bir şeyi daha hatırlatayım mı?
Şimdi bu vapur işini yapan arkadaşlar, körfeze yapılacak köprü ve paralı yollara da talip olacaklarını açıklamışlardı bir ara ağızlarından kaçırıp.

Ya "devlet yapsın bize satsın" formülüyle ya da “bak devletten beş kuruş çıkmadan yap işlet 30 sene sonra devret formülüyle”

Yani "devletten beş kuruş çıkmadan" ama "milletten 30 yıl boyunca çeşitli tarifelerle aynen şimdiki gibi çıkaraktan".

Belki gözünüzden kaçmıştır, bunu da bir kenara yazıyorum:
Bakın “kamu hizmeti” “rekabet hukuku” gibi durumlar yine göz ardı edilip o da yapılırsa, millete ancak; “bu işe direnme adına” körfezi dolanmak değil, bu sefer kanat takıp uçmaya çalışmak gibi daha zor bir çözüm kalacak.