Bize de mi siyaset?
Basından öğrendiğimize göre, Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD)
Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısının açılış konuşmasını yapan TÜSİAD
Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Mustafa Koç, 'İş dünyası bugün vergi
kurumunun siyasallaşmasından endişe ediyor' demiş.
Doğrudur, vergi kurumu siyasallaştırılmamalıdır ama biz bu haberin satır
aralarını “Bize de mi siyaset” deniyor gibisinden biraz farklı algıladık.
Neden mi?
Bu ülkedeki sosyal mutabakatın ya da Türkçe anlatımıyla “toplumsal
sözleşme”nin temel metni sayılan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın vergi
ödevi ile ilgili 73. Maddesinde “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere,
malî gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür” der.
Maddeyi neresinden okursanız okuyun, Anayasamız eğer gerçekten bu ülkede
yaşayan yetmiş iki milyon insanımızın aynı devlet çatısı altında bir arada
yaşamını düzenleyen temel bir metin ise, şimdi kendilerine siyaset
uygulandığını söyleyen değerli işadamlarımızdan başlayıp boştagezer
vatandaşımıza kadar “herkes”in sadece mali gücüne göre vergilendirileceğini
yani şimdi söylendiği gibi birilerine birilerinden daha fazla vergi
yüklenemeyeceğini, bu “herkes” arasındaki ayrımın sadece “mali güç”
dolayısıyla yapılabileceğini söylediğini kabul etmemiz gerekir.
Daha da öz anlatalım Bu ülkenin yurttaşları seçim zamanı oy kullanırken
nasıl ki her biri birer ve eşit ağırlıklı oya sahipse, birinin diğerinden
farklı olduğu düşünülmüyorsa, mali güce göre vergi ödeme konusunda da bu
kadar açıklıkla eşit haklara sahiptir ve eşitçe görevlidirler.
Peki gelelim günlük hayatımızın içinde nelerle karşılaştığımıza.
Acaba Anayasamızın bu açık hükmüne karşın “herkes” gerçekten mali gücüne
göre vergi ödemekle mi yükümlü tutulmaktadır? Acaba birileri bu konularda
birilerinden daha fazla “müsamahaya mazhar” yani hoş görülmeye layık mı
sayılmaktadır?
Gelin şöyle bir ufuk turu yapalım:
Bu ülkede kazanç ya da servet gibi anayasamızın "tek ölçü" kabul ettiği mali
güç göstergeleri dururken vergi hasılatımızın yüzde seksene yakını dolaylı
vergilerden yani güçlü güçsüz ayrımı yapılmadan alınmakta değil midir?
Toplumdaki büyük gelir eşitsizliği ortadayken “eşit olmayanlara eşit
davranılarak” Anayasamızın bu konudaki temel hükmü göz ardı edilmekte değil
midir?
Bu ülkede kazanç ya da servet gibi asıl mali güç göstergeleri açısından
kimin ya da kimlerin yüksekte, kimlerin yerlerde dolaştığı açık seçik belli
iken bir zamanlar “hayat standardı” denerek, genelde de “üst üste zarar
beyan etmeyeceksin” diyerek, küreselleşen ekonomide giderek kaybedip yok
olmaya yüz tutan yani ekonomik olarak güçsüzleşen küçük ve orta boy işletme
sahibi esnaf haksız ölçülerle vergilendirilmekte değil midir?
Bu ülkede güç ve servet, babadan oğla geçerken, hayatta ancak bir kere doğru
dürüst vergilendirilecek iken, asıl işlevi bu olan “Veraset ve İntikal
Vergisi” “zaten doğru dürüst hasılatı da olmuyor” denerek kaldırılmak
istenmemiş midir?
Bu ülkede elinde milyar dolarlık anonim şirket hisseleri olanlar, sadece
bunu “iki yıl” elinde tutmak koşuluyla kaça alıp kaça satarlar ve bu işten
dolayı kazançları kaç milyar dolar olursa olsun kendilerinden bir kuruş bile
vergi istenmezken, yol kenarında kazma sallarken yarınki amele pazarında
kendisinin seçilip seçilmeyeceğini düşünen “Anayasamızın sözünü ettiği
‘herkesten’ biri olan kişiler” o gün aldığı yevmiye üzerinden gelir
vergisine tabi tutulmakta değil midir?
Bu ülkede “paradan para kazananlar”, çeşitli biçimlerde vergi dışı
tutulurken beden gücüyle çalışanlar “emek” gelirleri üzerinden ve daha teri
kurumadan vergilendirilmekte değil midir?
Hatta bedenen çalışma gücünün “yüzde seksenini” kaybetmiş engelli yurttaşlar
bile bu gün için yıllık 670 liralık istisna dışında “herkes” gibi
vergilendirilmekte değil midir?
Lafı daha çok uzatmak mümkün ama sanırım bu örnekler bile “herkes”in “mali
gücüne göre” vergilendirilmediğini açıklıkla ortaya koymaya yetmektedir.
Yani bu işlerde vergi kurumunun “herkes”e göre tarafsız değil, bir biçimde
siyasallaşmış olduğu gerçektir.
O zaman şikâyet edilen siyasallaşma nedir diyeceksiniz değil mi?
Bizce buradaki siyasallaşmadan kasıt, yukarıda açıkladığımız siyasallaşma
ile ortaya çıkan adaletsiz tabloda iktidara yakın ya da uzak olmak
dolayısıyla bir tur daha siyasallaşma olmasına karşı ileri sürülen
itirazdır.
Eh, o kadarına da katlanacaksınız beyler, iş bir kere şirazesinden çıktıktan
sonra bu siyasallaşmanın nerde duracağı görüldüğü gibi pek de belli olmuyor.
Eğer vergi kurumunun siyasallaşmasına gerçekten karşıyız diyorsanız, gelin
bu işin temel kuralından yani Anayasamızdaki hükümden, bu ülkedeki
“herkes”in bir arada nasıl yaşayacağı konusundaki sosyal sözleşmemizden yola
çıkalım ve gerçekten siyasallaştırılmamış bir vergi düzeni kuralım. Böyle
bir düzen kurmak şartıyla da bağımsızlaştıralım.
Vergi mevzuatı dediğimiz o kitaplıklar dolusu koca koca ciltlerin içinden
çıkmak zaman alıcıdır sanılıp biraz göz korkutsa da, doğru bir mantıkla yola
çıkarsak gerisini yeniden yazmak pek de zor olmayacaktır.
Bayrak işi nasıl aşılır? Bizim İDO nasıl satılır?
Hiç
borçsuz aldığınız bir belediyeyi borca batırıp parasız kalırsanız,
Alacaklılarınız kapıya dizilir ve “bütçe emanetleriniz” alır yürürse,
Sarayınızın önü gayrı memnunların gösteri merkezi olursa,
Bu borçlarınız 10 milyar doları aşar da icraatı veresiyeye çevirirseniz,
Mazeret diye -sanki yetecekmiş gibi- ikide bir Dubaili araptan almayı
planladığınız 705 milyon doları hukuk engelliyor diye alamadığınızı ileri
sürerseniz,
O arap dahi hesap bilmeyip har vurup harman savurmaktan batmışsa,
bundan sonra ondan da medet yoksa,
Ve siyasette “ İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” dendiğine göre, bundan
“İstanbul’u veren Türkiye’yi verir” sonucu çıkıyor ve parti büyüklerinize
karşı bu ağır siyasi sorumluluk tepenizde Demokles’in kılıcı gibi
sallanıyorsa,
İşiniz çok zordur.
Çaresiz, alacaklılara yeni vadeler verecek, arabın bir gün çıkıp geleceğini
anlatacak, durum belli olmasın diye havaya bol bol şenlik fişekleri
atacaksınız.
İyi güzel de, sizin yürüdüğünüz yolda bu işin çaresi yok bir şeyleri satacak
savacaksınız.
Böylece insanlar size göre bazı önemli tarihlere gelene kadar işlerin ne
kadar da iyi gittiğini, ekibinizin de bu gidişten ne kadar emin olduğunuzu
düşünecek.
Garibim vatandaşım, hele ne kadar kalkındığımızı bazı gazete ve
televizyonlardaki demeçlerden, insanların gelirinin katlandığını bakkalların
kapanıp alış veriş merkezlerinin nasıl mantar gibi çoğaldığından, ekonominin
ne kadar kalkındığını araba satışlarının katlandığından öğrenince (!) içine
düştüğü yoksulluğun sadece kendi beceriksizliğinden kaynaklandığına inanıp
destek için saf saf kapınıza dayanacak.
Bu durumda ne yapacaksınız?
Size göre galiba satılabilecek mallar arasında en iyilerden biri İDO.
İskeleleri var, 108 gemisi var… gemiler de önemli değil İstanbul’un deniz
ulaşımı işi neredeyse komple satılacak.
Hani Sokullu Mehmet Paşa demiş ya: Bu millet isterse gemilerin halatlarını
ibrişimden yelkenlerini atlastan yapar diye! Doğrudur, seksen yıldır yaptığı
gibi yemez içmez yine de yapar.
Ama siz kabotaj hakkını bir şekilde “”halletmeyi “düşünüp bayrak hakkının
arkasından dolanmaya kalkarsanız işte o noktada iş vahimleşir.
O zaman işi geri çevirebilmenin yolu maalesef yeni Lozan’lardan geçer.
Nedir kabotaj hakkı?
Kabotaj hakkı, Türk kara sularında gemi işletmeciliği hakkının sadece
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına ait olmasıdır. Yani buna göre örneğin bir
yunan gemicilik şirketi bu sularda taşımacılık yapamaz. Ortaklarının tamamı
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan hiçbir şirket bu hakkı kullanamaz.
Bu hak, Lozan’da uzun mücadelelerden sonra alınmış, alınmasıyla da milletçe
bayram yapılmıştır.
İşte bunun için İDO’nun satışında değil de yabancıya satışında büyük bir
sorunları vardır.
Şimdi düşünüyorlar, nasıl yaparız da kabotaj hakkına rağmen İDO’yu
yabancıların alacağı yani İstanbul’un deniz ulaşımını yabancıların
ticaretine sunacak koşulları sağlarız diye.
Kanun “bu bayrak inmez, yabancılar bu bayrağın altına giremez ve altında
denizlerimizde ticaret edemez” diyorsa edemez…
O zaman kendi çözümü için ille de bu işi yapmayı kafaya koymuş olanlar ne
yaparlar?
Lozan’daki mücadeleyi ve işin özünü göz ardı edip acaba kanunu mu
değiştirirler?
Değiştirirler, değiştirirler.
Nasıl olsa sandık her türlü kanunu değiştirme imkanı vermedi mi?
Nerede oy çokluğu, orada iktidar!
“Kabul edenler..etmeyenler.. oy çokluğu ile kabul edilmiştir”
Belki o günlerde birileri buna dikkat çekmeye çalışır, karşı çıkar, çırpınır
ama ne gam…
Hatırlarsınız, 1030 maddelik koca Türk Medeni Kanunu baştan aşağı
değiştirilirken milletin dikkati sadece bunun içindeki zina olayına
çekilmemiş miydi?
Mecliste birkaç yıldır üzerinde çalışılan yeni Türk Ticaret Kanunu
Tasarısının 1535 maddesi arasından birisi, işte bu bayrak meselesinin nasıl
halledileceği konusunda da ipucunu vermektedir.
Yeni TTK Madde 940 gemicilikteki bayrak meselesini “özel olarak”
düzenlemektedir.
Buna göre özetle:
Gemicilik yapacak şirketin Türk kanunlarına göre kurulması,
Ortaklarının çoğunluğunun Türk vatandaşı olması,
Ortaklık idaresinde oy çoğunluğunun Türk ortaklarda bulunması,
İşletilen gemilerin Türk gemisi sayılmasına ve Türk Bayrağı taşıyabilmesine
yetmektedir.
Yani tamamı Türk vatandaşı olmalı kuralından, yüzde 50,1’i Türk, 49,9’u
yabancı patron olabilir kuralına geçilmektedir.
Eğer bu yüzde 50,1 ortaklar arasına pasaportu Türk, menfaati yabancıdan olan
biri konur da eline şeklen bir iki puanlık hisse verilirse o da kolayca
halledilecek demektir.
Peki yeni TTK çıkıp, işler buna uygun yapılınca bizim 815 numaralı “Türkiye
Sahillerinde Nakliyat-ı Bahriye (Kabotaj) ve Limanlarla karasuları dahilinde
İcrayı San’at ve Ticaret Hakkında Kanun” ne olacak?
Canım modern çağın icaplarına, küresel ticarete 1926 yılından kalma kanun
engel mi olacak?
Kafa karışıklığı yaratıyor deyip kaldırıverirsin gider.
“Kabul edenler… etmeyenler… oy çokluğuyla kabul edilmiştir: Mülgaaaa!”
Peki ya Lozan’daki o kavgalar nedendi dersek ?
Ohoooo… Sen hala oralarda mısın denecektir “Bak biz seksen senedir yapılanı
şu yedi senede kaça katlıyoruz. Senin kafanla gitseydik hala kayıkçıydık!”
|