Bu düzene iktidar da muhalifse
muhalefet nelere muhalefet etmeli?


-İktidar eski düzenin muhalifi midir?
-Evet, hep böyle söylüyor ve oyları da bu siyasetle topluyorlar.
-Ona oy verdiğine göre halkımızın yüzde ellisi de eskiye muhalif sayılabilir mi?
-Evet, rakamlara bakılırsa durum öyle gösteriyor.

Gerçekten de insanlarımız içinde bulundukları durumlarından bir şekilde memnun değiller ama nelerden ve niçin memnun olmadıklarını pek de gerçekçi biçimde araştırma gayretine girmeden, sadece “inadına muhalefet” dercesine, inatla “eski düzenin değiştirilmesinden yana olduklarını” söylüyorlar.

İktidar bu inceliği iyi yakalamış olacak ki, ortaya çıkıp “her şey değişecek” dedikçe ve bu değişimleri kararlı bir biçimde gerçekleştirdikçe insanlarımızı her seferinde biraz daha ümitlendirip kendine bağlıyor.

Sanki “tebdil-i mekândan” beklenen ferahlık şimdi “tebdil-i mevzuat”tan beklenir olmuş gibi.
“Değişiklik” yapıldıkça halkın yarısı kendisini zafer kazanmış sayıyor.
Enteresan bir toplumsal algı…
Sosyologlarımızın bu konuya eğilmelerinde yarar var.

Kuşkusuz, bir gün bu “değişim furyasının” halka ne kadar çare olduğu ya da onlara “bak işler nasıl da düzeliyor” denirken, aslında “birilerinin işlerinin hayret verici biçimde düzeldiği” görülecek ama memleket rüzgârları bu dönemde böyle esmeye devam ettikçe belli ki; siyaset oyunu bir süre daha böyle sürecektir.

***
-Peki, iktidar “düzene muhalefet rolü” ile “muhalefet söylemlerini” kapmış ve bu işi bayağı geliştirmişse, o zaman bizim muhalefet nelere ve nasıl muhalefet etmeli?

Örneğin iktidar, uyguladığı politikalar aslında “en büyük patronların” ekmeğine yağ sürdüğü halde ve sadece iç politika amacıyla içerideki yerli patronlara dönüp:
 “Biz, seçkinlerin, elitlerin, patronların hükümeti değiliz” diyorsa,
Bu politikaları gereği bazı ciddi kurumları biçimlendirirken sanki halkın ihtiyacı olan değişiklikleri getiriyormuş gibi:
Bu düzen değişecek” türünden mesajlar veriyorsa peki muhalefet ne demeli?

Bu durumda muhalefet, var olan düzeni şu ya da bu gerekçelerle ve yerine çok da iyisini koymadan sürekli değiştirenlere doğrudan karşı mı çıkmalı, yoksa “hayır değiştirtmem” deyip savunmada mı kalmalı?
Yoksa o da geniş kitlelerin istediği gibi “değişimden yana” tavır alıp bir iki vazgeçilmez hüküm dışında, bu arada asıl değiştirilmesi gerekenin başka şeyler olduğunu, yerine daha akıllıca bir şey koymadıkça adı “değişim” olan her şeye gözü kapalı taraftar olunmasının doğru olmadığını ve doğrusunu da ancak kendilerinin yapabileceğini mi söylemeli?

***
Osmanlı, batının 18. Yüzyılda patlama yapan sanayi devriminin dışında kalınca ipin ucunu kaçırmış, kuvvetli bir ekonomiye sahip olamamış ve Birinci Dünya Savaşı’ndan büyük kayıplarla çıkmıştı.

İşte o Osmanlı’nın külleri üzerine kurulu Türkiye Cumhuriyeti, içinde bulunduğu koşullara göre çok büyük bir mucize yaratmış olmasına karşın “hala” üzerinde, etkisini bu günlere kadar sürdürebilecek bir refah dönemi yaşatamamıştır.

Aslında yüzyıllar süren bir çöküntü döneminin ardından ve hemen hemen hiç yoktan yükselen, hatta içinde bulunduğu borç batağı ve kendisini bağlayan kapitülasyonlar da düşünüldüğünde; aslında ortada övünülecek bir başarı olduğu açıktır ama “nisyan ile malul olan hafızalarda” yani unutma zaafı taşıyan toplumsal hafızada kalanlar ve şimdi maksatlı olarak hatırlatılmak istenenler o başarılar değil, başka başka şeylerdir. .

Köylünün iki öküzünden biri alınmış ama kurtuluş savaşı kazanılmıştır,
Ekmek karneye bağlanmış ama ordu savaşa hazır tutulmuştur.
Kuru üzümle çay içilmiş ama şeker fabrikaları, basma fabrikaları yapılmıştır.
Vergiler hafifletilememiştir ama şimdiki gibi borçlu gezilmemiş, borç ödenmiştir.

Bunlar ve bu tür uygulamaların hepsi, içinde yaşanan dönemin katlanılması gereken zorunlulukları ve doğru uygulamaları olmasına karşın, o zamandan bu zaman kadar geçen sürede “ortalama insanımızın beklentileri” hep bu başarıların ötelerinde gezinmiş, özellikle o günlerin koşullarının unutulmaya yüz tuttuğu bu yakın dönemde toplumun hafızasında kalan ne yazık ki sadece “çekilen sıkıntılar” olmuştur.

Hele bir kısım siyaset erbabının o yılların ekmek karnelerini sallayarak, nüfus kâğıtlarına vurulmuş şeker, bez dağıtım damgalarını göstererek yaptıkları haksız ama insanları yanıltan propagandaları ne yazık ki çoğu kişinin o dönemlerin iktidarından nefret etmesine, yaşanan koşullardaki en doğru uygulamalarının bile çağ dışı olarak algılanmalarına yol açmıştır.

Siyaset meydanındaki olay maalesef budur ve kuvvetli bir ideoloji, etkili bir eğitim olmadıkça bu algıyı değiştirmek ne yazık ki çok zordur.

Bütün zorluğuna rağmen, bize göre mutlaka yapılması gereken, aynen o kuruluş günlerindeki gibi “eskiyi” değil, “değişimi” ama iktidarın projelerinden daha akıllıca bir değişimi savunmak ve kitlelere bunu iyi anlatmaya çalışmaktır.

Muhalefetin kullanabileceği kozu, aslında sadece eskiye tepkiden fazla bir anlam taşımayan “göstermelik ya da inadına değişim”in değil, kendilerinin gerçekleştirecekleri “sosyal demokrasinin” daha yararlı bir “değişim” olacağını savunmaktır.
 
Daha da açıkçası; eldeki kozlar, iktidarın sonu endişe verici ve genelde “üretmeden tükettiren” ve “sermayeden yediren” projelerine karşılık, “daha fazla üretim ve gelirin dengeli paylaşımı” için hazırlayabileceği projeleridir.

***
Sosyal demokrat ekonomi modelinin dayanacağı iki ayağından biri; “daha çok üretim”, diğeri ise “daha adil paylaşım”dır.

-Türkiye’de üretimin giderek düştüğü açık bir gerçek ise, ki öyledir:

Ülkede üretimin son yıllarda adım adım gerilediğinin üzerine gidilmelidir.
Üretimin alt kalemlerine yani tarım, hayvancılık, imalat, ulaştırma, perakendecilik başta olmak üzere bunlar gibi daha onlarca sektöre inilerek yaşanan “değişimin” üreten insanlarımızı nereden nereye getirdiğini somut rakam ve örnekleriyle göstermelidir.
Soyut eleştiri ve vaatler yerine yine buna alternatif olacak somut, detaya inen “değişim projeleri” sunulmalıdır.

-Türkiye’de gelir paylaşımı giderek çarpılmışsa, bu adaletsizlik gözler önünde ise, ki öyledir:

Bu ülkenin işadamından işçisine, memurundan öğrencisine, emeklisinden engellisine, işsizine, yurt dışındaki gurbetçisine, çocuğuna, hastasına, şoförüne, esnafına, ev sahibine, kiracısına, vergi mükellefine ve yine bu toplumun onlarca kesimine ayrı ayrı; bu yapılan “değişim”lerin aslında kendi gelir paylarını küçülttüğü hatırlatılmalıdır.

Onlara yine bir “değişim” ama bu sefer “Sosyal demokrat bir gelir paylaşımı değişim projesi” sunulmalıdır.
Halkımıza, “Onlar şimdi böyle yapıyorlar ama bu işler size yaramaz, böyle de gitmez” denmelidir.

Buraya kadar hepsine “tamam” da, o araştırmaları kim yapacak, projeleri kim geliştirecek derseniz, tabii ki bu işin bir de “inançlı, birikimli, projeci kadro” kurma sorunu var.
Bunlar,
“Mesele siyaset ise her partide yapılır”
“Ben kapitalizmin temsilcisiyim”
diyenlerle olamaz.

Aynen şimdi burada sadece bir bölümünü anlatacağımız fıkradaki gibi:

Köyün birine imam bulunamayınca “o da sonuçta din adamıdır” diye çareyi komşu köyün papazını getirmekte bulmuşlar.
Tabii papazın işi biraz sıkıntılı; Bir Hıristiyan papaz Müslüman cemaate ne desin ki?
Cemaate duaları okur okur sonunu da –söyledikleri kendi inancına uygun olmadığı için- “…derler” diye bağlarmış.

Diyeceğimiz o ki, sosyal demokrasiyi ancak sosyal demokrat inanca sahip olanlar savunur, geliştirir ve uygular.
Yani aynen fıkranın anlatmak istediği gibi; birileri Türkiye koşullarındaki profesyonel politikacılığı iyi becerse de, inancını içlerinde taşımadıkları bir konuyu; “sosyal demokrat politika”yı ancak parti programında yazılı olanlara bakıp bakıp “…derler” diye anlatırlar.

İyi de nasıl bulacağız o kadar çok sosyal demokrat inançlı adamı?” derseniz…
 
Artık onların bulunup işe seferber edilmelerini de, Türkiye’ye bir sosyal demokrat iktidar getirme sorumluluğunu üstlenenlerden bekleyeceğiz.

Bülent Soylan