Şu seçim işleri ve ah siyaset vah siyaset 


Her neredense “Seçimler kötüyü seçmek için yapılır” diye bir söz kalmış aklımda .
Enteresan bir görüş değil mi?
“Kötüyü seçmek” konusunda herhangi bir özendirme olmadığı açıktır ama özellikle siyasette her seçimden sonra ortaya çıkan memnuniyetsizliklere bakıldığında bu değerlendirmeyi ilginç bulmamak mümkün değil.

Gerçekten de seçimler her zaman iyileri değil de kötüleri seçmek için yapılıyor olabilir mi?

Ben sanmıyorum.
Öyle olsaydı seçilmişlerin hepsinin de kötü olduğunu kabul etmek gerekirdi.
Ama yine de en azından “hep böyle olmayabileceğini” söyleyebilmek ve gerektiğinde iyileri savunabilmek için bu konu üzerine biraz düşünmekte yarar var.

“Kötüyü seçmek eğiliminin” hemen her seçimde bir kural, hayatın bir gerçeği olduğunu ya da sadece falan kurum ve falan seçilmişler için geçerli olduğunu söylemek oldukça zor tabii.
Zaten söylediğinizde alacağınız ilk tepki o seçilmişlerden gelecek ve size “Ben de mi kötü olduğum için seçildim?” diyeceklerdir kuşkusuz. 
Ama gelin, sırf bu konunun böyle olmadığını ispatlayabilmek için, kimseyi kastetmeden, yani sessizce anlamında “içimizden” bir düşünelim bakalım.

***
Acaba böyle bir durumda “seçim sonuçlarının yaygın bir biçimde beğenilmemesi” nereden kaynaklanabilir?

Birinci neden, seçici kitlenin yapacağı seçimde özellikle “iyi”yi seçme konusundaki “eğiliminin” tartışılabilir olduğudur.

İnsan tabiatının en temel özelliği acaba “bencillik” midir yoksa “idealizm” midir diye sorarsak, doğru ve samimi cevap: “bencil”liğidir.

Çıkara yakınlığı oranında, seçici kitlenin bencil duygularının daha da ön plana geçeceğini söyleyebiliriz.
Bencillikten sıyrılıp “idealist”liğe dönüşüm, insanın içindeki bencilliğin yenilmesine, bencilliğin yenilmesi ise kuvvetli bir inanca, yani idealizme bağlıdır.

İdealizmi, ideolojisi olmayanların yani “hayata liberal takılanların” her zaman için kendi egosuyla hareket edeceği, öncelikle kendi egosunu tatmin etmesi varken başkaları için bir şeyler yapmaya kalkmaması doğaldır. 
O zaman, ideolojinin geçerli olmadığını gördüğümüz ortamlarda -aynı mantıkla- yapılan tercihlere "bencilliğin" hâkim olduğunu kabul etmek gerekir.

Bu nedenledir ki, kendi egolarından hareket eden geniş kitleler seçimine katıldıkları kurumların ideallerinden önce kendi egolarına uygun tercihlerde bulunurlar. 

Örneğin, ideali değil kendilerini, kendi takımlarını ön plana çıkaracak, sonuçta topluma ya da kuruma değil “kendilerine yarayacak”, kendilerine iktidardan pay düşecek biçimde oy kullanırlar.
Bu tercihler de sonuçta “iyi” ya da “ideal” olanın değil, seçicilerin kendi günlük çıkarlarına uygun olanların tercih edilmelerini sağlar.

İkinci neden, bir biçimde iktidarı elinde tutanların “bizden daha layıktır” diye bunu başkalarına devretme, bir başka deyimle onlar lehine“iktidardan feragat etme” gibi bir düşüncede olamadığıdır. 

Gerçekten de, kaçmanın kurtuluş sayılacağı durumlara düşmedikçe hiç bir iktidarın özellikle siyasette “ben bu işi beceremiyorum, falanlar benden ya da bizden daha başarılı olur” dediği pek görülmüş bir şey değildir. 

Hatta işlerin kötü gitmesi –bir devri sabık yaratılmasına fırsatı vermemek, hesap vermek durumunda kalmamak için- iktidara her zamankinden daha fazla sarılmaya, onlarda bu kez ne bahasına olursa olsun seçimlerde sonuç alma isteğini yaratmaktadır.
Olay bu noktada artık “iktidar” arayışından çok “korunma” güdüsü haline gelmektedir ki bu durum yönetilen kitleler için içine düşülebilecek hallerin en vahimidir.

İşin bir de "iki cambaz bir ipte oynamaz" mantığındaki matematiği var.

Eğer kitleler açısından doğru denen hedefe birden fazla yoldan ve birden fazla ekiple ulaşılabiliyorsa belli ki iktidara talip olanlar da birbirlerinden farklı olacaklardır.

“İktidar”ın cazibesi göz önünde tutularak değerlendirilirse; işin kötü tarafı, bu “hizmet yarışında” takımların bu işe "layık olanlarla" ya da herkesin uygun bulacağı kişilerle değil; sadece kendileriyle işbirliğine girenlerle birlikte hareket etmeleridir.

Bu anlayışta, her takımın öncelikle kendilerini geçebilecek rakipleri dışlamaları, hatta bir ölçüde onları engellemekte oldukları görülmektedir.

Denecektir ki; elbette birden fazla talip olunca sonuçta öyle ya da böyle bu takımlardan sadece biri sonuca ulaşacak, diğerleri elenecektir.

İyi de, bu işleyiş sadece takım halindeki hizmet yarışında olsa bir dereceye kadar kabul edilebilir. Fakat günlük yaşamda açıkça görülmektedir ki, aynı anlayış o takımların kendi içlerindeki hiyerarşilerde de sürmektedir.

Bir üstte olan, bir altta olanın yarın kendisine rakip olmaması için ne yazık ki tercihlerini “hiçbir zaman kendisiyle rakip olamayacaklardan” yani mümkün olduğu ölçüde yeteneksizlerden ya da kendisine mutlaka biat edeceklerden seçmeyi tercih etmektedir.

Tablo her zaman bu kadar karamsar mıdır?
Değil tabii.
Baştan söylediğimiz gibi; kitlelere bencilliğin değil de ideolojinin ya da yüksek duyguların hâkim olduğu zaman ve ölçülerde böyle bir sakatlık yok.
Ama ya o değerler yoksa ve sadece bir seçim başarısı için bir araya gelinmiş, üstelik o da başarılamamışsa…

İşte bu nedenledir ki, içinden seçim geçen kurumların bu işlerde başarılı olabilmeleri için mümkün olduğu kadar kendi kurumsal felsefelerine sahip çıkmalarında, bu felsefelerini netleştirmelerinde gereklilik vardır derim. 
Çünkü ideolojinin güçlendiği yerde bencilliğin hayat hakkı daralır, seçimler bir anlam kazanır.