|
Trafikte yaşıyorsak
ve devletin çarkı akaryakıtla dönüyorsa
Diyelim ki İstanbul’un bir
yakasında oturup diğer yakasında çalışıyorsunuz, ya da işinizle evinizin
arasındaki “ulaşım süresi” genellikle bir buçuk saat.
Gidiş ve gelişi toplayın; 3 saat. Sonra onu 24 saate oranlayın; ne çıkar?
Söyleyelim: günlük yaşamınızın sekizde biri, ya da yüzde 12,5’i
Bu durumda, örneğin seksen yıl yaşayan bir İstanbullunun ömrünün tam “on
sene”si işi ile evi arasında bir otomobilin içinde ve trafikte geçiyor
demektir.
Şimdi sokağa çıkıp sorsanız; “Sevgili İstanbullu hemşerim, sen acaba
İstanbul’da oturup ömrünün on yılını böyle bir trafikte ve egzos gazı
soluyarak mı geçirmeyi tercih edersin yoksa gidip memleketin nispeten
sakin bir şehrinde çalışarak, gezerek, dinlenerek, eş dostla sohbet ederek
mi yaşamak istersin” desek acaba nasıl bir cevap alırız?
***
Türkiye’de akaryakıt üzerinden alınan vergiler, herkesçe çok yüksek
bulunduğu için sabahtan akşama eleştirilir.
Bu eleştiriler sırasında bizim akaryakıt üzerinden ödediğimiz vergiler
batının başka şehirleriyle kıyaslanır ve bu kıyaslamadaki rakamları
görenler “vay canına, ne çok para ödüyormuşuz” cinsinden bir hayret nidası
savurur.
Özellikle İstanbul ve tabii ki
trafik düzenleri İstanbul’u aratmayan şehirlerimizde de; bilir misiniz ki,
akaryakıt üzerinden yaklaşık yüzde 59 oranda alınan bu vergilerle ulaşım
aslında bize bazı şehirlerle yapılan kıyaslamalarda görülenlerden daha da
pahalıya, neredeyse iki katına gelir.
Neden diyeceksiniz:
Bu makalenin yazıldığı günlerde bir litre 95 oktanlı benzinin fiyatı 4,35
TL ve bu fiyatın içindeki ÖTV+KDV toplamı 2,55 TL, verginin yüzdesi 58,6
idi.
Akaryakıt üzerindeki vergi yükü kıyaslamalarında hep bir litre yakıt
üzerinde kaç para vergi yükü olduğu karşılaştırılır. Örneğin 1 litre
benzin İstanbul’da da, falan yabancı şehirde de aynı fiyatsa, tüketiciler
her iki yerde de eşit vergilendiriliyor gibi düşünülür.
Bu kıyaslamayı bir de, “bir kilometre gidebilmek için kaç para vergi
ödediğimizi düşünerek yapar mısınız?
Aynı araçla o falan şehirde bir litre benzinle on beş kilometre gidilirken
bizim yoğun trafiğimizde sadece yedi kilometre yol alınabiliyorsa,
İstanbul’da araç kullanan bir yurttaş, aynı mesafeyi alırken diğerine göre
devlete iki kat akaryakıt vergisi ödüyor değil midir?
Ne dersiniz?
Türkiye’de trafiğe her gün 3.600 yeni araç çıkıyorsa, bunların önemli bir
kısmı bu trafik batağına saplanıp neredeyse durduğu yerde yakıt
tüketiyorsa, haydi biraz karikatürize ederek söyleyelim; trafikte
gördüğünüz her otomobil aslında orta halli bir esnaftan daha verimli birer
vergi mükellefi değil midir?
Bence her birinin plakasının yanına, yaptığı kilometreye bakıp, öğünmeleri
için birer de vergi levhası asarak ödedikleri vergileri ilan etmekte yarar
var.
Ayda ortalama 600 liralık benzin tüketen bir otomobil bu yolla her ay 352,
yılda 4.220 lira vergi ödüyorsa; ne faturaydı, defterdi, denetimdi gibi
bir uğraşa, ne de esnafla “az kazandın-çok kazandın” tartışmasına
girmenin âlemi var mı?
***
Duymuşsunuzdur.
Türkiye bir vergi cennetidir derler.
İnanıyor musunuz?
Gelin bir başka hesaplama daha yapalım:
Türkiye’de hükümetlerin bütçesi şöyle böyle yeterli geliri topluyor, hatta
son zamanlarda “fazla” bile verdiği söyleniyor değil mi?
Bunun anlamı, hükümetler kendilerine gereken vergiyi şu ya da bu yolla
topluyorlar demektir.
Peki nedir o yollar?
Bir kısım yorumcuya göre %20 doğrudan, %80 dolaylı olarak.
Hatırlatalım: Doğrudan vergilerin başında kazanç ve ücret üzerinden alınan
vergiler gelir.
Dolaylı vergiler ise, akaryakıttan alınan da dahil bütün ÖTV, KDV’ler,
damga vergileri, harçlar, pullar ve diğerleri…
Resmi rakamlar da dağılımı böyle gösterdiğine göre daha baştan;
Türkiye’deki vergilerin yüzde 80’ini kaçırma diye bir şey yoktur; bütçenin
vergi gelirlerinin yüzde seksenini arabası olan, akaryakıt alan, çarşıda
alışveriş edenler paşa paşa öderler. Dolayısıyla 73 milyon nüfusumuz,
kendi payına düşen vergilerin yüzde seksenini ödüyorsa en azından bu
“dolaylı vergiler” için hala “kaçırıyorlar” denebilir mi?
Bütçedeki vergilerin geriye kalan yüzde yirmisi, kabaca söyleyecek
olursak; kazançlar ve ücretler üzerinden alınır.
Birileri kaçıracaksa buradan kaçırır diyebiliriz.
Ama biliyor musunuz, “doğrudan/dolaylı vergiler” arasındaki 20/80 oranı da
doğru değildir.
Doğrudan yani kaçırılabilir vergilerin oranı %20’lerden daha da
aşağıdadır.
Neden mi?
Çünkü doğrudan alınan vergilerin içinde aslında “gerçek bir vergi geliri
olamayan”, piyasadan kamuya nakit transferi yaratmayan “devlet
memurlarının ücretleri üzerinden alınan” gelir vergileri de vardır.
Devlet bunları bütçenin bir tarafına gelir yazar, öbür tarafına da gider.
Oysa her ikisini de silse, yani memur maaşları “”net” olarak belirlense
hiçbir şey değişmeyecektir.
Devletin bir cebinden diğer cebine aktarması olan bu “sözde doğrudan”
vergiler de çıktığında, sanırım vergi ihtiyacının yüzde doksanı işte böyle
karşılanır. Olaya bu açılardan baktığınızda da Türkiye asla bir vergi
cenneti değil, yüzde doksana yakını dolaylı yani “akaryakıt, sigara, içki
gibi bir vesile ile” alındığından, sade vatandaş için tam bir “vergi
cehennemi”dir.
Verginin her zaman nereden geldiği anlaşılınca, yeni ihtiyaçların da
nereden karşılanacağı, dolayısıyla “ayarlamaların” böyle bir yapının doğal
sonucu olduğu belli olmuyor mu?
|
|