Devletler ve bu gün başka yarın başka politikalar


Büyük devletlerin dış politikaları yüz yıl sonrasını görecek kadar uzun vadelidir derler.
İngilizler şu kadar, Almanlar, Amerikalılar bu kadar yıl sonrasını hesaplarlarmış.
Duymuşsunuzdur.

Buradan yola çıkarsak, bu devletlerin önümüzdeki bir yüz yıllık politikalarının şimdiden planlandığını kabul ettiğimiz gibi, onların bu günlerde uyguladıkları politikaların da kabaca yüz yıl öncesinden düşünüldüğü sonucuna varmamız gerekir.

Bu kanı ya da bilgi doğruysa bu günün yani yaşadığımız 2011 yılının olayları, 1911 yani yaklaşık Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki paylaşım hesap ve kavgalarının devamıdır, onların zincirleme reaksiyonlarıdır.

Gerçekten de, 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşının nedenleri arasında 19. Yüzyılda yaşanan sanayi devriminin üretim patlamasından kaynaklanan ve bu güne kadar da bitmeyen bir pazar ve hammadde arayışının kavgası vardır.

***

Bir belirleme daha yapalım:
Bundan yüz yıl öncesinden bu günde geleceği noktayı planlayanların hedefe doğru adımları da herhalde o yüz yıllık planın, olayların gelişmesine bağlı olarak bazen hızlı bazen duraksamalı ama “her yıl ortalama yüzde biri”ni uygulamakta oldukları düşüncesini yaratır.
Ortalıkta çok da tantana yapmadan, fark ettirmeden, kimseyi ürkütmeden ama emin adımlarla yüz yıl boyunca ince ince uygulanan stratejiler ya da siyaset!.  

 

Neden böyledir?
Şundan olmalı:
Devletler arasındaki ilişkiler, ülkelerin kendi iç rejimleri sol ya da sağ, ne olursa olsun dışa karşı kapitalisttir ya da eski deyimle “Merkantilist”tir.
Daha da günlük sözle söylersek “Tüccarca”dır.
Her devlet, ilişkide olduğu devletten kendi halkı için ne kapacağına bakar.
Çıkar dengesi değişmiyorsa, dış politikasını da değiştirmez.

Böyle olması da çok doğaldır; çünkü devletleri yönetenlerin iktidarda kalmalarının yolu öncelikle kendi halklarının karnını doyurmaktan geçiyorsa, devletten devlete ilişkilerde de mutlaka, yapılan icraatın içerideki halkın yararına ne kadar hizmet edeceği sorgulanır.

Hiçbir halk, ufak tefek jestler dışında devletinin; kendi halkının çıkarlarını bırakıp başkalarının çıkarını kollama gayretine rıza gösteremez.
Örneğin, geçtiğimiz günlerde Almanya, AB üyesi olduğu halde Yunanistan’a “Adalarını sat, borcunu öde; sana para falan veremem” demiştir.

***
Yüz yıl, bir insan ömrü için çok uzun bir süredir.
Soracak olsanız, çoğu kişi “Ah nerede, keşke o kadar yaşayabilsek” diyecektir.
Peki böyle bir gerçeğe rağmen o yüz yıllık politikalar hangi mekanizma sayesinde korunup sürdürülebilir?
Ortalama olarak her üç beş yılda bir hükümet değişiyor, her yeni gelen kendine göre bir düzenleme yapıyorsa bu iş nasıl yürütülebilir?

Bunun doğru yöntemi, dış politikaların “parti” değil “devlet” politikası olarak kabul edilmesi, her gelenin “ben yoğurdu böyle yerim” dememesidir.

Politika, devletin ve dolayısıyla bir ülke halkının tümünün uzun vadeli çıkarı düşünülerek yapılınca da, hiçbir hükümet ya da devlet yetkilisi, zaman zaman gidip “falan devlet başkanı benim has arkadaşımdır, ailece tanışırız” ya da “ben ona kaç kere söyledim ama dediğimi yapmadı” gibi kişisel çıkışlarla politika yapmayacaktır.

Bunlar kısa vadeli, içe dönük işlerdir.
Yaparsanız, tutmadığı zaman uzun vadeli politikaları zedelersiniz.
Yaparsınız, tutmadığı zaman bu gün sarılıp öptüğünüzü yarın düşman ilan etmek gibi garip çelişkilerinizle anılırsınız.

Bu konularda biraz dikkatli olan herkes, çevreye şöyle bir baktığında bu çelişkileri de birilerinin yüzyıllık politikalarını da kolayca görüp birbirinden ayırt edebilir.

***
Türkiye’nin komşu devletleriyle olan politikaları mutlaka o uzun dönemli politikalardan olmalıdır. Hatta komşu ülkeler söz konusu ise, örneğini verdiğimiz yüz yıllık politikalardan da ileri bir perspektif gerektirir; çünkü komşuluklarınızı yeni bir eve taşınır gibi değiştiremezsiniz.
Karşılıklı etkileşim vardır, sınır ticareti vardır, bölge huzuru açısından dayanışma vardır, ortak projeler vardır.

Türkiye’nin şimdiki iktidar eliyle başlatılan “sıfır sorun” politikası, yukarıdaki “hareketli” politika merakımız dolayısıyla şimdi “hepsiyle sorun” biçimine dönüşmüştür.

Şöyle bir düşünün: Yunanistan, Irak, İran, Suriye, Ermenistan, Azerbaycan, İsrail ile çok yoğun sorunlar yaşarken; henüz nerede duracağı, kimin safında yer alacağı belli olmayan Mısır, Libya, Sudan, Somali üzerine proaktif yani “olabilecekleri önceden sezip tavır alan” politikalara özenmenin dış politikacılık açısından anlaşılır bir tarafı olabilir mi?

***

Şimdi denilebilir ki, etraf kaynarken durup bekleyelim mi?
Tabii ki “proaktif” olmak gerek.
İyi de madem “proaktif”siniz, olabilecekleri önceden sezip tavır alma gibi bir dış politika yeteneğiniz var da, neden etrafımızdakilerle sorunları sıfırlayacağız derken bu hale düştük?

Neden Beşir Esat ile ailece görüşürken düşman olduk?
Neden Kaddafi’den 2010 Kasımında “İnsan hakları ödülü” alırken 2011’de onu hain diktatör ilan ettik?

Belki de denecek ki “Bizim de yüz yıllık devlet politikaları gütmediğimizi nereden biliyorsun?”
O da olabilir.
Düşünelim bakalım, şimdiki gelişmeler acaba Türkiye’yi yüz yıl sonra hangi noktaya getirmenin yüzde birlik ya da günlük bilinçli adımları olabilir?

Bir de, bu gün sarılıp öptüklerimizle hainliğini ilan ettiklerimizden acaba hangileriyle önümüzdeki yıllarda hala dost ya da düşman olacağız, ya da yine öyle kalacağız
ve buna kim karar veriyor?

Sırası gelmişken şunu da hatırlatalım: Türkiye Cumhuriyeti henüz yüzüncü yılını doldurmadı ama bundan seksen sekiz yıl öncesinki politikası “Yurtta sulh, cihanda sulh”tu ve uluslararası ilişkilerdeki tavrı “antiemperyalist”ti.
Bu gün bundan söz edilebilir mi?