Cari açık, kriz, zamlar ve Türkiye ekonomisi


İnsanların çoğu günlük işleri dışında fazla bir şeyle ilgilenmezler:
“Bir yılda kaç hafta vardır?”
“Bir önceki başbakan kimdir?”
“Mevsimler nasıl oluşur?” ve “Nil nehri nerededir?” gibi sorulara verdikleri yanıtlar bunun en “net” göstergelerindendir.
“Cari açık” konusu da bunlardan biridir.

Hani yola çıkıp “Cari açık dendiğinde ne anlıyorsun” diye sorsalar çok belli ki; bir yılda 52 hafta olduğunu bilenlerin sayısı yüz kişide on beş kişi ise; konu cari açık olunca doğru cevabı vereceklerin sayısı bir ya da ikiyi ya geçer ya geçmez.

İnsanlar bunu bilmek zorunda mı?
Hayır, değil tabii.
Sorsanız, pek haksız da sayılmayacak biçimde “bana ne ondan, bilmek zorunda mıyım?” diyecektir büyük olasılıkla.

Ama biliyor musunuz, insanların bu bilmedikleri, bilmek zorunda da olmadıklarını söyledikleri “cari açık” aslında son yıllarda çok da kolay geçmeyen ve bu nedenle aslında en ciddi merak konuları olması gereken kendi yaşamlarının daha da zorlanacağını gözlerinin önüne serecek en önemli göstergedir.

Hani günlük döviz fiyatlarını, borsayı izleyip kendimize göre “inerse şöyle, çıkarsa böyle olur” diyoruz ya…
Bu ondan en az on kat daha önemli ve belirleyici.

Bence onu bunu bırakıp sadece “cari açık” ne oluyor diye baksalar, kendilerinin yakın geleceklerinden başlayıp belki de torunlarının istikballerine kadar bütün filmi ayan beyan görebilirler.

***
Çok mu iddialı konuştuk?
Açalım biraz.

Olayı daha iyi anlatabilmek için teknik deyimlerden arındıralım ve basitleştirelim.
Diyelim ki bu memleketin sahibi 73 milyon kişi değil de bir tek kişi ve o da sizsiniz.
Yani tarlada yetişen ekinden fabrikada üretilen otomobile, otellere gelen turistin parasından ihracat gelirine kadar hepsi sizin.

İşler tek taraflı değil tabii.
Buna karşılık, bu 73 milyonu beslemek, onların kullanımı için cep telefonundan lüks otomobile kadar  her şeyini tedariki için de herkes parayı sizin ödemenizi bekliyor.

Ne dersiniz?,  bu durum keyifli bir şey olabilir mi?
Olamaz, çünkü tüm bunları sağlamak için elde ettiğiniz ihracat geliriniz 140 milyar dolarken ithalat için harcamanız gereken para 260 Milyar dolardır.

Böylece bütün alış veriş bir arada düşünüldüğünde, şu koca Türkiye sizin olsa bile örneğin 2011 yılı içinde sadece dış ticaret üzerinden konuşursak 120 milyar, diğer hesapları da dahil edip  “cari işlemler” üzerinden konuşursak tam 81 milyar dolar açık verirsiniz.
Yani ekonominiz basbayağı zarar eder.
Şimdi ekonominin patronluğundan kendinizi azad edin, yerinize başbakanı koyun.
İşte bu durum hükümet ve Türkiye ekonomisi için de aynen böyledir.

Bir daha soralım:
Ne dersiniz?

Yine  bu açığınız yıldan yıla artmışsa, bırakıp kaçacak birini mi ararsınız yoksa 73 milyona dönüp “yok yahu, bunu söyleyenler bizi çekemeyenlerdir” der, bile bile ama gerçeği saklaya saklaya  yola devam mı edersiniz?

***
Ekonomi, ne ona buna, ne başbakana… Herhangi bir kimseye değil, doğrudan bu millete aittir ama yılın 52 hafta olduğunu bilmeyen, hele hele “cari açık da nedir ki” diyen insanımızın birebir hayatı olan “milli ekonomi”mizin genel durumu tam da budur.
Türkiye ekonomisi yıllardır cari açık vererek bu gün için yıllık kaybını maalesef 81 milyar dolara (2011 sonu tahmini) yükseltmektedir.

***
Şimdi gelelim böyle bir durumda hükümet için de “bıçak kemiğe dayandığına karar verildiğinde” ne gibi olaylarla karşılaşılacağına:

-Bir ekonomi genel olarak zarar ederken, o ekonominin bileşenleri olan kurum ve kişiler kazançlı olabilir mi? Elbette ki onlar da giderek kaybederler ve ufak ufak piyasadan çekilirler, “yaptığımız istatistiklere göre işsizlik azalıyor” diyenler bir süre daha işini muhafaza edebilse de, genelde insanlar daha çok işsiz kalırlar.

- Kurun hızla yükselmesine ve ithal malların -ki bunun içinde artık hep dışarıdan gelen kırmızı etten otomobile kadar her şey vardır- hızla “zamlanmasına” tanık olursunuz.

-Yaptığınız “zam”ların adına “güncelleme” der, ortalığı yumuşatmaya çağırırsınız.

-Elektrik, su, otobüs, doğalgaz, sigara her nedense senenin bu herhangi bir gününde güncellenir. Hatta bu güncelleme durup durup tekrarlanır.

-O şaşkınlıkta “Bari enerjiyi tasarruflu kullanalım” işe sabah altıda gidelim, cumartesi de çalışalım diyenler çıkar ama bu hesapsız öneri zaten burnundan soluyan yurttaşı öyle öfkelendirir ki, öneri bu iş tüm çalışanları huylandırır, sonra da “yok canım bu öyle bir düşünceydi” denip geri çekilir.

-Cari açığı azaltmak için henüz satılmadık ne varsa onları da satmayı denersiniz. Bunu alanlar her an bir biçimde kazançlarını yurt dışına, kendi ülkelerine götürdükçe daha da açığa düştüğünüzü görürsünüz.

-Sıcak soğuk fark etmez, yeter ki para gelsin batmayalım der, ekonominizi –Allah benzetmesin- Yunanistan gibi yabancılara teslim edersiniz.

-İnsanlar zamlara tepki gösterince, bunun ekonomi politikanızın bir zaafını düzeltmek için yapıldığını söyleyemediğiniz için “o zaman siz de az için” dersiniz. Oysa insanlar bu sıkıntıda daha az iç dendiğinde bunu söyleyene daha çok bozulurlar.

Tutun ki bu seferlik söz dinlediler ve gerçekten az içtiler; o zaman da neredeyse yüzde sekseni vergi olan o duman ve içki tüketilmeyince, aslında kendi vergi gelirlerinizi tüketmiş olursunuz.

***
Şimdi düşünelim bakalım.
Cari açığın giderek artması günlük yaşamımızı, yarınımızı, geleceğimizi ne kadar ilgilendirir?
Bir yerde “Cari açık arttı” dendiğinde hayatınızın açığı ne tarafa doğru gelişiyor, acaba ne tarafınız yavaş yavaş iyice açıkta kalıyor dersiniz?