Konjonktür getirmişse yine konjonktür götürür mü?


Büyük Atatürk sanatçıyı çok takdir edermiş.
Kendisini de dahil edip bir gün şunu söylemiş:
“Efendiler!. Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız”

Bakın iki büyük sanatçımızdan Tiyatrocu Yılmaz Onay’ın yazıp Timur Selçuk’un bestelediği “Ekonomi Bilmecesi” Türkiye’nin son yıllarındaki ekonomi düzenini o sanatçı duyarlılığı ve anlatım ustalığıyla taa 1980 yılından günümüze yani 2011 yılına kadar; tam 30 yıldır ne de güzel anlatageliyor.

Gelin önce tamamını okuyup tadını çıkaralım, hatta imkanı olan şarkıyı bir daha dinlesin, gerisini sonra konuşalım:

***
Ekonomi tıkırında
Kriz var bunalım var
Ekonomi tıkırında

İşveren zor durumda
İşçiyi bağrına basar
Reva mı bu efendim
Bunalım bundan doğar

Demek ki ne yapmalı
Paradan at bir sıfır
Artsın öyle fiyatlar
İşçi fazla at gitsin

İşsizlik pahalılık
Konjonktür enflâsyon
Milletçe fedakârlık
Kriz bunalım derken
Bilânçoya bir baktık

Bu yıl iki misli kâr
Hayret şu işe bak sen
Nerden geldi bu kârlar
Kime gitti bu kârlar

Kime gitti bu kârlar
Aman kimse sormasın
Kim kazandı bu işten
Aman kimse duymasın

***
Herkesin gözünün olduğu bu zor bölgede, çöken bir imparatorluğun küllerinden modern bir devlet yaratmanın zorlukları bitmez tükenmez…
Hatta yarattıktan sonra da tükenmedi, sürüp gidiyor.
Nitekim Cumhuriyetin daha 20. Yılı bile dolmamışken; Osmanlının borçları sırtımızda, İkinci Dünya Harbi tehlikesi kapımızdayken uygulanan önlemleri, bu gün birileri sırf günlük siyasette laf kalabalığı yapabilmek için başa kakıp “ bunlar zamanında ekmek karneyle değil miydi, şeker, Amerikan bezi karneyle değil miydi?” deyip meydan meydan gezmiyor mu?

Biliyor musunuz, o günün zor koşullarındaki karne uygulamasında da, bu günün koşullarındaki tüketim ekonomisinin azdırılmasında da, Timur Selçuk’un şarkısında geçen “Konjonktür” büyük önem taşır.

Konjonktür” sizin elinizde olmayan, dünyanın ya da içinde yaşadığınız bölgenin o andaki koşulları anlamında kullanılır.
Genellikle de ekonomik koşullar kastedilir.
Konjonktür denen o rüzgar bazen ülkelerin ve liderlerinin arkasından eser ve önüne katarak götürmek istediği yere götürür, bazen da karşısından esip nefesini keser.
Bilirsiniz rüzgar arkadan eserken bir şeyler yapmak kolaydır da, “rüzgara rağmen” dediniz mi işiniz zordur.

O zaman biz de rüzgarı arkamıza alsak ne olur mu diyorsunuz?
İşte o, arkanızdan esen rüzgarın ne olduğuna bağlı.
Örneğin Anadolu’ya Suriye tarafından esen “Sam yeli” ise, sıcak sıcak eser, vücudunuzda bazı lekeler yapar.

***
1980’lerden bu yana konjonktür rüzgarlarının kimi bölgelerde “hortumlar” yaratarak “küresel sermaye” diye estiği görülür.
Bu ne demektir?
Büyük sermaye, zaman içinde büyümüş, büyümüş ve içinde bulunduğu ülkelerin ekonomileri kendisine dar gelip karlılıklar düşmeye başlayınca, gücü yettiğince diğer ülkelerin pazarlarına girme arzusu duymuştur.

***
Bu süreçte güçlü küresel sermayenin karşısına kim dikilebilir?
Tabii ki önce kendi halkının, esnafının, kendi yatırımcısının çıkarını korumak için var olan, hedef devletlerin koruyucu yapıları.
Önce bu yapıları yıkmak gerekir onlara göre.

Küresel sermaye fırtınasında hedeftekilerden biri de Türkiye olmuştur.
Peki uluslararası sermaye Türkiye pazarına girmek isterse “içeriden” birileri ile işbirliği imkanı arar, onları bu işe ortak eder, sırtını sıvazlar, yönetimde söz sahibi olmalarını istemez mi? siz ne dersiniz?

Onlara kolayca borç para bulmaz mı?
Onların ekonomilerini ayakta tutan stratejik sektörlerinin özelleştirilmesini önermez mi? Kamunun elinde ne varsa satın, kamu hizmeti daha çok ticarileşsin demez mi?
Güçler bölünsün diye üniter devletten vaz geçin demez mi?
Ekonominizi biz yönetelim, açın kapılarınızı, satın kamu mallarınızı demez mi?
Sonra da gelip o ekonominin pazarına yerleşmez mi?

***
“Acaba” derseniz gidin bakın borsada alınıp satılan şirket hisselerine, kimler “oynuyor”?
“O kadar da değil” derseniz bakın bankalara patronları kimlerdir?
“Bilemeyiz” derseniz bakın Türkiye’nin her 100 liralık ihracatı yaparken kaç liralık ithalat yaptığına.

İşte son yıllarda esen konjonktür rüzgarı, kendisini bu rüzgara teslim eden hükümetlerin yelkenlerini şişirirken, buna karşı çıkanların göğsüne doğru oldukça sert bir rüzgar olarak esmiştir.

Şimdi birilerinin, kendisini  bu rüzgarın önünde gider görüp el rüzgarıyla tozu dumana kattığını düşünmesinin çok kısa analizi budur.

Küresel sermayenin estirdiği rüzgarla ekonomimiz giderek daha büyük açmazların içine girerken çarşı pazardaki ithal mallara, yabancı mağazalara, ya da lüks araçlara bakıp “Eskiden bunlar var mıydı” kıyaslamasıyla siyasi sonuç çıkaranlar ya bunu hala anlayamayanlardır ya da “Çeşme akarken kovanı dolduracaksın” bencilliğinde olanlardır.

Doğrusunu geniş kitlelere anlatmak zordur.
Doğrudur.
Zordur ama mutlaka anlatılması gerekir.
Dünya hali bu.
Bir gün gelir o konjonktür rüzgarı durabilir ya da aniden tersine esmeye başlayabilir.
Bir gün gelir o “yel”in sürüklediği nokta bu ülkede daha pek çok kişinin aklını hızla başına getirebilir.

Kısacası, ataların “rüzgar eken fırtına biçer” dediği gibi; konjonktür rüzgarıyla gelen, bir bakarsınız yine konjonktür rüzgarıyla gider.
Hele hava bu günlerdeki gibi “mütehavvil” yani “değişken” ise.