Kıt kaynakları iyi kullanmak ve ekonomiyi yönetmek


Ortalık ona göre bayram yeri.
Her taraf rengarenk…
Harikalar diyarı…
Atlı karıncalar, çarpışan otomobiller,
Dondurmalar, kağıt helvaları, macuncular,
Şam baba tatlıları, renkli gazozlar ve hemen her şey…

Anasının elinden kurtulmaya çalışan çocuk bağırıyor:
“Onu da isterim.. Bundan da isterim !
Biraz sıkıntılı, etraftan pek duyulmayacak biçimde annesi ya da babası çocuğu dizginlemeye çalışıyor:
“Sus evladım, şimdi sırası değil”

***
Bu tabloyu şimdiye kadar hemen herkes birkaç defa görmüş, yaşamıştır.
Peki bunun çok basit ve anlaşılır bir davranış; ama aslında iktisatın en temel kuralının sahnelenmesi olduğunu düşünmüş müydünüz?
Kastettiğimiz kural, iktisat –ya da- batı dilinden gelmiş şekliyle ekonomide, “kıt kaynakların idaresi” sanatıdır. Bu sanatta, gerek kendi ekonominiz, gerekse ülke ya da dünya ekonomisinin kaynaklarının sınırsız olmadığı, dolayısıyla bir gün azalacağı ve nihayet bitebileceği için dikkatli ve yerinde kullanılması gerektiği bilinir.

Bu kural, aslında ekonomiyi yönetme bazına oturan siyaseti yönetme, toplumu idare edebilme sanatında da en temel konudur. Bir ülkeyi idare etmesi beklenenler, o ülkenin kıt kaynaklarını idare ederken elbette en basitinden anlatmaya çalıştığımız gibi, bayram yerindeki çocuğun isteklerinden ve her şeye talip olmasından farklı bir tavır göstermelidirler.

Kıt kaynaklar dediğimizde, -sakın ha- kimse “kıt” deyince “gaz kuyruğu”, “sanayağı kuyruğu” yok ki kıtlık olsun, çok şükür her şeyimiz bol demesin. Biraz iktisat okuyanlar ya da biraz iktisat kafalı olanlar bileceklerdir ki, yer yüzünde de, ülkede de hiçbir kaynak “tükenmez” değildir. Bu tükenmezlik içme suyundan başlar, cebinizdeki paraya, buzdolabınızdaki peynire kadar hemen her şeyde vardır.

***
Kaynakların kıtlığı karşısında şüphesiz bir de insanoğlu’nun açlığı vardır. Bu sadece karın açlığı değil tabii.
Gıda maddesinden başlayın, eşyaya, mala, hizmet almaya kadar akla gelebilen ve edinildiğinde haz veren her şey.
Bu ikisi arasında denge nasıl kurulacak?
İşte bütün mesele bu ikisi arasında dengeyi kurabilmek ve insanların taleplerini karşılarken, eldeki kıt kaynakları iyi kullanmak; neyin önce, neyin sonra olmasının daha dengeli sayılacağını fark edebilmektir.
Bunu yapamazsanız, maazallah o bayram yerindeki çocuğun isyankar durumuna düşersiniz.

***
Türkiye,  şimdi bütün dünyada yaşandığı gibi elindeki kıt kaynakları iyi kullanması gereken bir ülkedir. Yorganı ve ayağını en fazla ne kadar uzatabileceği bellidir.
“Ben daha çok uzatırım, herkes de şaşırır” derseniz bir süreliğine yaparsınız. Hatta aynen o bayram yerinde onu da isterim, bunu da isterim der gibi tepinen çocukçasına davranışınız dolayısıyla, yine aynen o bayram yerinin satıcıları gibi birileri çok da memnun olurlar ve hatta sizi daha da zıvanadan çıkartabilmek için, mallarını daha da gözünüze sokar, almanız için kulağınıza üflemeye başlarlar.

Peki, bu işin sınırı ne olmalı?
Bu sınır bir insan için ne olmalı, bir ülke söz konusuysa en son nereye kadar uzanmalı?
Düşünelim bakalım:
Kıt dediğimiz kaynak insan için iki türlüdür; biri babadan, atadan  kalan servet, ikincisi düzenli gelirler…
Bunları ne kadar harcamalısınız?
En fazla size kalan mirası bitirir, bana kalması iyiydi ama benden sonrakilere kalmasa da olur dersiniz, Üzerine bir de  elinize geçeni kazanıp kazandığınızı yersiniz.
Bir de borç imkanı var mı diyorsunuz?
Ah işte oradaki aymazlığın bir insanı nerelere götüreceği bambaşka bir konudur.

Ülkeler için de böyledir.
Başınızdakiler en dengeli ve doğrusunu yapacaklarsa, olağan gelirlerle iş yapar, ülke ne kazanıyorsa o kadar harcamaya çalışırlar. Bunun arasındaki harcama doğrudan ülkeyi borca sokar. Ekonomi haberlerinde duyulan o “sürekli artıyor” denilen dış ticaret açıkları bunların işaretidir.
Çok dayanamazsanız, ille de harcamak gerekirse, o ülkede sizden önceki neslin sonraki nesillere devrettiği varlıkları yemeğe başlarsınız.
Onlar da kıt kaynaklardır ve bir gün biterler.
Bitmenin sonu nedir?
İnsanın kendi kıt kaynakları biterse çulsuzlaşır, açlık çeker ve en son olarak sefalet içinde ölür gider.
Ülkenin kıt kaynakları biterse, ülke ekonomisi çöker, insanları bir başka ülke ya da ülkelerin ırgatları haline gelir.

Şimdi kendi söylediklerimize muhalefet edip acımasızca bir soru soralım:
-Peki, insanın kendi bütçesini idare etmesi ya da ülke ekonomisinin idare edilmesinde bütün mesele kıt kaynakların “idaresi” midir? Kaynakları arttırmak diye de bir şey yok mudur?
Bir taraftan kaynaklar artıyor, diğer taraftan harcanıyorsa hala eleştirilecek bir şey var diyebilir miyiz?

Doğru, bu bir denge meselesi.
Biz burada, kaynakların “idaresi” yönünü anlatmaya çalıştık.
Tabii ki insanın da ülkenin de kaynakları geliştirilmeli, en azından harcanması kadar üzerinde durulmalıdır.
O zaman duruma “net” hareketten bakmalı deriz.
Bir ülke için “net hareket” nedir?
Ülke ekonomisinin (sakın devletin kendi gelir ve gideri ile borçları yani bütçesi anlaşılmasın) geliri ile gideri arasındaki fark, açıklanan her istatistikte kötüye gidiyor ve bu ekonominin aldığı sattığından fazla çıkıyor, dış ticaret açık veriyorsa, ekonomi net olarak yani sonuçta içeri gidiyor demektir.
Eğer ekonomi, bu açığını bu kadarı ile bağlarken bile özelleştirmedir, güzelleştirmedir deyip “mirastan” satıp savarak “becerebiliyorsa” iş bayağı kötülemiş demektir.

İşin bir başka aynası da şudur:
Hükümetler ne derlerse desinler, bir ülke ekonomisi aslında hükümetin değil, halkın ekonomisidir.
Milli ekonomi denen şey sonuçta milletin ekonomisidir.
Millet olağan geliriyle olağan giderini karşılayamaz hale gelmişse, adı kibarca “kredi” olsa da borca batırılmışsa, esnaf yarınının ne olacağını kestiremiyorsa, işsizlik kol geziyor, çalışanlar ve emeklileri üç kuruş daha fazla alabilmek için herkesin bildiği gibi yaygın tepkiler gösteriyorsa, o ülkede net hareket ya da “gidişat” pek hayırlı değil demektir.

Bu gidişi hiçbir aklı başında, ülkesine ve geleceğine saygılı yurttaş beğenmez.
Kim beğenir?
Hani o bayram yerinin çığırtkan satıcıları demiştik ya… İşte dünya ekonomisinde de, aynen onlar gibi bize bir şeyler satan ya da atadan babadan kalan malları ucuza kapatmaya çalışan, adına “küresel” denen güçler.
Dünya pazarlamacıları.
Hem beğenir, bando mızıkayla karşılarlar, hem ödüller ve çeşitli payeler verirler: “Dünyanın en …” falan gibi.
Bu bazen “en gaza geleni” diye bile düşünülebilir.

Ben, dışarıdan biri bizi çok beğeniyor dendiğinde sorarım kendi kendime:
Beğenilmek güzel de, acaba neden beğeniyor,  neden “sen aslansın, sen iyi şeylere layıksın, sen en iyisin” diyor diye.
Aklıma hep o bayram yerlerinin istekleri bitmez çocukları ile onların anaları, babaları bir de satıcıların çığırtkanlıkları gelir.