|
İş Kanunu ile Tunç
Kanunu aşılabilir mi?
Klasik iktisatın “baba”larından biri de David
Ricardo’dur.
Ricardo, 1817 yılında yazdığı “İktisat Politikası ve Vergileme
Prensipleri” adlı kitabında kapitalist sistemdeki işçi ücretleri,
“işçinin asgari geçim düzeyine göre belirlenir” diyor.
Ardından Alman iktisatçı Ferdinand La-selle buna, biraz daha biçim
vererek “Ücretin Tunç Kanunu” adını veriyor.
La-selle’e göre, emeğin bedelini yani işçiliğin denge fiyatını
belirleyen unsur, piyasadaki emek arz ve talebidir.
İşçiler, zorunlu ihtiyaçlarını karşılama ve hayatlarını sürdürebilmek için
belirli bir gelir talep etmek zorundadırlar. Bu talepleri, yani almak
zorunda oldukları ücret, hiçbir zaman bu düzeyden daha aşağı düşemez;
düştüğü zaman fizyolojik ihtiyaçları karşılanamadığından yani
geçinemediklerinden, hastalıklara karşı koyamaz, evlenemezler ve nüfusları
artmaz.
İşçi nüfusu düşünce emek arzı düşer ve bu sefer de işverenlerin talepleri
yüksekte kaldığından bu durum ücret düzeyini yukarı çekerek denge fiyatını
tekrar olması gereken yere getirir.
Böylece ekonomideki bu otomatik
mekanizma sayesinde emeğin tabii fiyatı onun piyasa fiyatı ile aynı olur.
Ferdinand la-selle, asgari geçim seviyesinin işçinin sadece
zorunlu fizyolojik ihtiyaçlarından ibaret olmadığını da kabul etmiştir.
Emeğin tabii ücreti, fizyolojik ihtiyaçlarla birlikte bazı sosyal ve
kültürel ihtiyaçları da karşılamak zorundadır. Bu ihtiyaçlar işin içine
girince emeğin maliyeti daha da arttığından bu seferki denge, evliliklerin
ertelenmesi ve buna bağlı olarak doğumların azaltılması ile yeniden
kurulur.
Bu teori, nüfus artışının gıda maddeleri
artışından daha yüksek ve sonunda artan nüfusun açlık problemiyle
karşılaşmasının kaçınılmaz olduğunu ileri süren Malthus’un
görüşlerine dayandırılmıştır.
Teoriyi ileri sürenler, bir süre sonra teknolojik ilerlemelerin sanayi
ülkelerinde bu kötümser tahminin gerçekleşmesine engel olduğunu görünce,
görüşlerinin azgelişmiş ülkeler için geçerli olacağını savunmaya
başlamışlardır.
Kabaca özetlemeye çalıştığımız bu teori, işçi ücretlerinin dengesini bu
kadar katı bir kurala bağladığı için “çok sert “ anlamında “Tunç Kanunu”
diye adlandırılmıştır.
***
“Tunç Kanunu”nun asgari ücret yaklaşımından sonra şimdi de gelelim bizim
4857 Sayılı “İş Kanunu”nun asgari ücrete bakış açısına:
Madde 39 - İş sözleşmesi ile çalışan ve bu
Kanunun kapsamında olan veya olmayan her türlü işçinin ekonomik ve sosyal
durumlarının düzenlenmesi için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca
Asgari Ücret Tespit Komisyonu aracılığı ile ücretlerin asgari sınırları en
geç iki yılda bir belirlenir.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının
tespit edeceği üyelerden birinin başkanlığında Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı Çalışma Genel Müdürü veya yardımcısı, İş Sağlığı ve Güvenliği
Genel Müdürü veya yardımcısı, Devlet İstatistik Enstitüsü Ekonomik
İstatistikler Dairesi Başkanı veya yardımcısı, Hazine Müsteşarlığı
temsilcisi, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığından konu ile ilgili
dairenin başkanı veya yetki vereceği bir görevli ile bünyesinde en çok
işçiyi bulunduran en üst işçi kuruluşundan değişik işkolları için
seçecekleri beş, bünyesinde en çok işvereni bulunduran işveren
kuruluşundan değişik işkolları için seçeceği beş temsilciden kurulur.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu en az 10 üyesinin katılmasıyla toplanır.
Kurul, üye oylarının çoğunluğu ile karar verir. Oyların eşitliği halinde,
Başkanın bulunduğu taraf çoğunluğu sağlamış sayılır.
Komisyon kararları kesindir.
Kararlar Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girer.
Yukarıya aldığımız 39. Maddeden de anlaşıldığı gibi, İş Kanunu, “bu
konudaki kuralı hükümet koyar” demiş ve “en azından bu kadardır”
anlamında, asgari ücretin ne olacağını tesbit etmiştir.
Kanun özet olarak; Hükümetin bu işler için atanmış bakanının, bu işe
bakmak üzere atadığı bir bürokratının başkanlığında, yine bir kısım
bürokratların yani yine atanmışların katılımıyla; bu arada işçi ve işveren
temsilcilerinin de içinde bulunduğu ama sonucu belirlemede etkili
olamadığı bir komisyonun asgari ücreti belirleyeceğini, işçi temsilcileri
ne derse desin sonuçta mutlaka hükümetin son sözü söyleyeceğini ve Resmi
Gazete’de yayınlanmakla “kesin”lik kazanacağını söylemektedir.
***
Alın
size iki ayrı asgari ücret yaklaşımı:
Biri reel ekonomi ve makro ekonomik dengelerden yola çıkarken diğeri
işçilerin en az kaç parayla geçineceklerini atanmışların, daha doğrusu
siyasi kanaldan gelen atanmışların “görüşleri”ile belirliyor.
Geçtiğimiz günlerde bu atanmış kurul, işçi temsilcilerinin her zamanki
gibi itirazlarına rağmen, yetişkinler için 2011 yılı ilk altı ayı için
geçerli olmak üzere asgari ücreti aylık brüt 796,50 TL olacak şekilde
“kesinleştirdi”.
Geçerli vergilendirme ölçülerine göre bunun “net”i de, yani
yenilebilir-içilebilir tutarı da 629,96 TL. kabul edildi.
Konunun daha rahat tartışılabilmesi ve anlaşılabilmesi için yaptığımız ve
muhtemelen biraz da sıkıcı gelecek açıklamadan sonra şimdi düşünelim
bakalım; İşçinin eline geçen para gerçekte neye göre belirlenir? Acaba
işçinin aylığı Tunç Kanunu’na göre mi yoksa İş Kanunu’na göre mi
gerçekleşmektedir? İş kanunu, Tunç Kanunu’nun acımasız kuralını aşabilir
mi?
Bu
yazının dar çerçevesi içinde özetlemek gerekirse şunları söylemek mümkün:
1.İşsizliğin ağır baskısı altında olan ve yüksek nüfusu besleyen en az üç
çocuk kampanyalarıyla daha da devam edeceği anlaşılan bu durumda, genel
anlamda işçinin pazarlık gücü çok zayıftır. İşçiyi koruma amaçlı İş
Kanunu’nda bile işçi ne derse desin son sözü hükümetin atadığı bürokratlar
söylüyorsa, mevzuatımız işçiyi koruyacak bir anlayışla
biçimlendirilmemiştir.
2. Bu gün için çok gerçekçi olmasa da, alttan alta “Tunç Kanunu” hükmünü
sürdürmekte, yatırımların durması, sanayiin gerilemesi gibi nedenlerle
azalan işçi talebine karşılık artan nüfus ve ekonominin kötü yönetiminden
kaynaklanan işsizlik daha uzun yıllar işçi ücretlerinin piyasa dengesinin
çok düşük düzeyde gerçekleşeceğine işaret etmektedir.
3.Asgari ücretin İş Kanunu’na göre belirlenen rakamı, işçilerden çok vergi
idaresini sevindirmektedir. Böylece asgari ücret artış düzeyinde de olsa
vergi gelirlerinde, asgari ücrete endekslenmiş ceza ve harçlarda bir kısım
artış olmaktadır.
4.Asgari ücret ne olursa olsun, uygulamada; kayıt dışı çalıştırma, düşük
ücret gösterme, karşılıksız fazla mesai yaptırma, taşeron aracılığı ile
kıdem tazminatı ve sosyal hakların yok edilmesi gibi nedenlerle düz işçi
ücretleri İş Kanunu’nun istediği ve sonuçta hükümetin belirlediği düzeyin
dahi altında gerçekleşmektedir.
5.İş Kanunu’nun 39. Maddesiyle düzenlenmiş asgari ücret belirlemeleri, bu
maddenin ilk cümlesinden de anlaşılacağı üzere “iş sözleşmesi ile
çalışan… “ diye başlamakla sadece “çalışan”ların ücretlerinin belirli
bir düzeyden aşağı olmamasını güvence altına almaya çalışır.
Oysa kendisine uygulamada “dayatılan” koşullarda çalışmak istemeyen
işçinin bunu reddetmesi yani işinden olması halinde geçinmesi için eline
geçecek para sadece bir “sıfır”dır.
İşçi günlük yaşamında, aslında İş Kanunu’na göre belirlenen 629,96 TL ile,
işi reddettiğinde karşılaşacağı “sıfır” gelir arasında bir seçim yapmak
zorundadır. Örneğin işvereni “ya açıktan çalış ve net 500 TL al, ya da
sıfır” veya “evet 629,96 TL veririm ama mesai sekiz değil 10 saat”
dediğinde İş Kanunu’nun kendisine bir faydası olmayacak; sonucu, onun
açlık ile sefalet ücretleri arasında ve bir bakıma “Tunç Kanunu”
çerçevesinde yapacağı gerçek seçim belirleyecektir.
6.Çağdaş devlette, işsizlik ve yoksulluk konusunda sosyal politikalar
ancak bu insanlarımızı koruyan, onların en azından hayatta kalabilmelerine
imkan veren diğer tedbirler alınmadıkça; İş Kanunu’nun yukarıda
anlattığımız gerçekleri bir türlü değiştiremeyen düzenlemeleri beş para
etmeyecektir.
Bu nedenle, başta sendikalarımız olmak üzere; işli ya da işsiz tüm
insanlarımızın en önce talep edeceği, olmadığı zaman en fazla itiraz
edeceği, hükümetlerini seçerken en çok dikkate alacakları konu, işçinin
çalışma şartlarından çok işsizliğin ve bundan kaynaklanan yoksulluğun
nasıl giderileceği, bunu kimin başaracağı konusudur.
|
|