|
Belediye şirketleri ve Nasrettin Hocanın
leyleği
Halkımızın birine bir şeyler anlatmak amacıyla türettiği ilginç hikâyeleri
vardır.
Bunların kahramanlarından biri de Nasrettin Hocamızdır.
Genellikle kurnaz, bilgili, her durumda işin içinden sıyrılmasını, kolayca
üste çıkmasını becerebilen bir kimliktir.
Belki hiç yaşamadı, belki böyle biri vardı da bu kadar değildi, hatta
belki de her yörenin kendisi için yarattığı ayrı bir Nasrettin Hocası
vardı. Onun içindir ki nerede yaşadığı, nerede öldüğü konusunda çok
çeşitli rivayetler dolaşır.
Nasrettin Hoca Akşehirli, Sivrihisarlı, Kayserili, Doğu Türkistan’lı,
Hatta Sibiryalıdır.
Gazeteci Nuri Sefa Erdem, kaleme aldığı 12 Eylül’ün Yasama Organı-Haki
Meclis (İst. 2005) isimli kitabında ’Nasrettin Hoca Hassasiyeti’ni
şöyle anlatıyor:
“O günlerde Millî Güvenlik Konseyi’nin gündemi, yine Evren Paşa’nın
emriyle bir anda değişiverdi. SSCB yetkililerinin ve SSCB’nin Ankara
Büyükelçiliği’nin ’Nasrettin Hoca’nın aslında Rus olduğu’ yönünde
açıklamalarda bulunduğu yolunda basında haberler çıkmıştı.
Olaya Evren Paşa el koydu!
Bu iddiayı yazan gazete kupürünün üzerine kırmızı kalemle ‘Ruslar…!
Nasrettin Hoca’ya sahip çıkılsın’ emrini not düşerek, Meclis İhtisas
Komisyonları Koordinatörlüğü’ne havale etti… Komisyon yerli ve yabancı
kaynaklardan yararlanarak Nasrettin Hoca ile ilgili bir rapor hazırladı ve
Konsey’e sundu.
Nasrettin Hoca Türkiye’nindi.” (Bakınız. Yeni Şafak, 21.06.2005, s.
11).
Hoca işte böyle paylaşılamayan bir kişilik.
Hemen her yerde, herkesin içinde var.
Ama halkın, anlatmak istediği kimi konuları kendi Nasrettin Hocası
üzerinden dile getirdiği ortada.
Şimdi anlatacağımız da, bizim konumuza uygun bir Nasrettin Hoca.
Sakın ha, hiç öyle bir Nasrettin Hoca olur mu demeyin, bu fıkranın
Nasrettin Hocası da böyle işte…
Köylüler günün birinde bir leylek yakalayıp getirmişler. Sözde Hoca da o
güne kadar hiç leylek görmemişmiş. Sağına bakmış, soluna bakmış bir şeye
benzetememiş. Gagasını uzun bulmuş kesmiş, ayaklarını uzun bulmuş kesmiş,
sonra da; hah bak işte şimdi kuşa benzedin demiş.
***
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2010 konsolide (şirketleri ile
birlikte) bütçesi, 17 milyar 905 milyon liraydı. Gerçi Başkan Topbaş,
sıra o şirketlerin denetimine gelince “Bunlar ticaret şirketleridir, kendi
yönetimleri, denetçileri vardır, hesapları Belediye Meclisi tarafından
denetlenemez der ve bunların yaptıklarını belediyeciliğin dışında tutar
ama bütçesinin ne kadar büyük olduğunu anlatırken yine de onları dahil
etmeden yapamaz, konsolide bütçemiz bu kadar der.
“Konsolide” kelime anlamı olarak aynen leyleğin Hoca’ya fazla gelen
bacakları, gagası gibi; “uzantı, uzatılmış, uç uca eklenmiş” anlamında
kullanılıyor.
İşte İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu “uzantı”larından bir kaçı bu
günlerde satılma sürecine sokuldu.
Topun ağzında, İDO ve İGDAŞ var. Gerçi İstanbul halkının ne diyeceğine
bakan yok ama bu iki şirket, Citigrup Global Markets Limited – EFG –
İstanbul Menkul Değerler A.Ş. ve Ak Yatırım Menkul Değerler A.Ş.
Konsorsiyumunun dediğine bakılarak bir biçimde piyasaya sürülecek.
Başkan Topbaş, ardından İSPARK’ın da satılacağını söylüyor.
Bu gidişin yeni belediye seçimlerine kadar nereye varacağını bilmek mümkün
değil ama açıkça ortada ki şimdi Sayın Topbaş’ın belediyeciliği, elindeki
şirketleri sata sata İstanbul Büyükşehir Belediyesini Nasrettin Hocanın
leyleğine benzetecek ve sonunda o büyük bütçesinin “sadece belediye” olan
kısmıyla baş başa kalıp “hah işte şimdi belediyeyi kuşa döndürdüm”
diyecek.
Gelelim işin ciddi tarafına: Bu şirketler satılmalı mı?
Bu yerinde bir soru.
Cevabı da tabii ki bu şirketlerin daha önce hangi amaçla kurulup
geliştirildiği, ne hizmet gördüğü ve neden elden çıkarılmak istendiği
düşünülerek verilmeli.
Çok kısaca söylemek gerekirse, bunlar kamu hizmeti ihtiyacı ile kurulmuş,
bu hizmeti gören şirketlerdir. Bu kamu hizmeti ihtiyaçları ortadan
kalkmadığına göre, hele hele halk böyle bir tercih beyanında bulunmadığına
göre onları satmanın bir mantığı yok.
Gelelim belediyenin neden elden çıkarma ihtiyacı duyduğuna.
Başkan’ın bu kamu şirketlerinin gördüğü kamu hizmetine değinmeyen ve
sadece “iyi para edeceği” ne ilişkin olan demeçlerine bakılırsa, sorun
sadece acil para ihtiyacı; yoksa niye o öğündüğü, istihdamını ve alış
verişini kontrolü altında tuttuğu o büyük ticari imparatorluğu Nasrettin
Hoca’nın yaptığı gibi kuşa döndürsün ki?
Bunu, derin para ihtiyacı içinde olmadıkça hangi belediyeci yapmak ister
ki?
***
Açıkça anlaşılan o ki, bu durum İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin her
biri on binlerce kişiyi doğrudan ya da dolaylı istihdam etme ve
dolayısıyla onları aileleri ile birlikte iktidarından memnun kılma
imkânını ortadan kaldıracaktır.
Bu durum, taşeron olarak çalıştırıp iş desteği verdiği firmaları, o
firmaların alt taşeronu firmaları üzecektir.
Bu durum, o şirketler ve işletmelerinin üzerindeki İBB logosunu
kaldırılmasıyla yapılmakta olan belediye hizmetlerinin tanıtımını ortadan
kaldıracaktır.
Yani böylece belediyenin bu yönleri, leyleğin hiçbir zaman kesilmemesi
gereken ve tabiatı gereği uzun olan ayakları ile uzun gagası gibi kesilmek
durumunda kalacaktır.
Sorarsanız, biz bunları kanunen satmak durumundayız da derler.
Hangi kanun ve ne zamandan beri diye sorun, bunun cevabı:
24/11/1994 tarihinde yani bundan tam 26 yıl önce çıkarılmış ama bu güne
kadar “hadi özelleştirsene şunları” dememiş olan 4046 Sayılı Özelleştirme
Uygulamaları Kanunudur.
Peki son onbeş yıldır mecbur tutsaydı kim tutacaktı?
AKP Hükümeti.
Şimdi kim mecbur tutmuş?
AKP Hükümeti.
Enteresan, acaba AKP hükümeti şimdi 2010 yılında neden İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’ne bu şirketlerini satmaya mecbursun diyor, kendi belediyesini
bu satışa zorluyor?
|
|