Türkiye’nin kendini toparlamaya başlayacağı an

Pazar ekonomisinin ne olduğunu aşağı yukarı herkes bilir.
Semt pazarlarındaki domatesler, nasıl alınıp satılırsa işleyiş aynen öyledir.
Herkes malını pazara çıkarır, müşteriler kimin malını kendi hesabına uygun görürse onunkini seçer.
Mal, kalitesine göre ucuzsa alınır, pazarcı iş yapar; değilse malı elinde kalır.
***
İşte bu kendi halinde dönen semt pazarına bir gün ”yabancı bir pazarcı” kamyonlar dolusu domates yığmaya başladığında ne olur bilir misiniz?
Pazarın bütün dengeleri bozulur.
Pazarın esnafı, önce fiyatları o yabancının fiyatına göre ayarlamak zorunda kalır ve muhtemelen zarara girer.
Bir iki zararına satıştan sonra da buna dayanamaz ve bu işten vazgeçer.
Çünkü büyük ölçekli ticarette maliyetler ve dolayısıyla fiyatlar her zaman düşüktür, büyükler küçük satıcılardan daha avantajlıdır.
Küçük sermaye büyük sermaye karşısında dayanamaz.
***
Peki eğer bu durumda halk daha ucuza alışveriş yapma şansını yakalamış ve fiyatlardan memnunsa buna olumsuz bakmak doğru mudur?
Bu soruyu halka sorduğumuzda alacağınız cevap şudur:
“Biz durumdan memnunuz, şimdi daha ucuz mal alabiliyoruz, gerisini bilemeyiz!”
Ya bizim yerli esnaf batıyor dersek?
“Bu onların sorunu, kendi aralarında anlaşıp onlar da büyük satıcılar olsun.” derler.
Çünkü halk kendi “günlük hesabı” içinde dönmek zorundadır.
Koşulları gereği gerisini düşünmez.
Bilmez ki bir kere pazarı kapan ardından fiyatı dayatacaktır;

Türk ekonomisinin halini ve işin çözümü en basit biçimiyle anlatabilmek için bu pazar ve domates örneğini verdim. Onlardan kastım tabii ki domates derken bütün mallar, pazar derken de Türkiye piyasası ve kamyonla mal getiren de yabancı büyük sermaye.
Şimdi bu tabloyu göz önünde tutarak işi biraz geliştirelim:
***
Domates de satsa, içeride kendi pazarcınızdan daha büyük, kendi pazarcınızdan daha ucuza satabilen yabancılar varsa, sizin pazarcılarınız giderek piyasadan çekilecek, meydan bir süre sonra o güçlü yabancılara kalacaktır.
Neden?
Çünkü siz güçlü yabancı ile güçsüz esnafınızı aynı piyasaya salar ve sonu belli olduğu halde “iyi olan kazansın” derseniz, terbiye edici rekabetin o az farklı sınırlarını aştığınız andan itibaren pazardaki hakimiyetler değişmeye başlar.
Hele onlara bir sebeple içeride kucak açanlar, kollayanlar da varsa.
Güçlü yabancı sermaye kısa sürede piyasaya hakim olurken, daha zayıf durumda olan yerli sermaye yavaş yavaş silinmeye başlar.
Esnaf dükkânını kapatır, ona mal üreten imalathaneler kapanır, tarlaları ot bürür…
Üretim durur.
Üretim durunca kim işin başında kalabilir ki?
Çarklar durur, insanlar boşta gezmeye başlar, işsizlik alır yürür, yoksulluk kol gezer.

Şimdi diyeceksiniz ki, peki bu arada durumu fark eden işsizler, o yabancı pazarcılara engel olmaz mı?
Maalesef, çünkü günlük yaşamında dara düşen insanlar, birbirleriyle evde ya da sokakta kavga etmek dahil hep bir şeylere tepki gösterir de, yanlışın nerede olduğu konusunda bir türlü aynı fikirleri paylaşamazlar.

Halkın gözünde yeni tüketim malları, yeni ödeme modelleri, kampanyalar renkli ve keyifli bir tablo oluşturur.
Hatta “eskiden bunlar var mıydı ki” edebiyatıyla ekonomide başarılı bir gidiş olduğu yönlendirmesine yelken açılır, iç pazarın el değiştirdiği bile olması gerektiği kadar fark edilemez.

Bir başka cephede; bütün yaşam felsefesi “hayatını yaşayacaksın” olanlar ile “su akarken dolduracaksın” olanlar ekonomide yaşanan bu tersine gelişimin şakşakçılığını yaparlar.
Hatta çoğu zaman kendileri bile bir ölçüde buna inanır. Onlar, durumdan çıkarı olanların da desteğiyle televizyonlarda, yazılı basında sık sık boy gösterir, bilerek ya da bilmeyerek bu tersine gidişin bayraktarları olurlar.
Halkın önemli bir kısmı da bu ince propagandalardan kendini kurtaramaz.

Bu arada karnı böylesi propagandalarla bile doymayan, ciddi sefalete düşen, işsiz ve çaresiz kalanlar açlıklarını neredeyse haykıracakları ve gelişmelere tepki gösterecekleri raddelere geldiği için onlara, herkesin bildiği gibi para, gıda ve tüketim malzemesi yardımları yapılır.

Birileri onları oturduğu yerden kınasa da, onlara bu işin açmazı etkili biçimde anlatılamadıkça ve hep birlikte karşı çıkılması için el ele verilmedikçe, yaşam düzeyleri açlık ve yoksulluk sınırı altına düşmüş bu insanlar kendi başlarına ve beklenen tepkiyi veremezler.
Onların “bu akşam ne yiyecekleri” endişesi ile “politik duruşları” arasında bir türlü bağlantı kuramayanların, bir an için kendilerini onların yerine koyarak (empati) bu değerlendirmeyi yapması daha gerçekçi olur.
Ticaret erbabının tavrında da çelişkiler görülür.
Dünün sınai üreticileri, küresel sermaye ve onun mallarının gelmesiyle bir süre sonra üretimden çekilir ama bunlardan bir kısmı ellerindeki satış pazarlama ağını olduğu gibi yabancıların emrine verdiği için, bir süreliğine şikayet edecek fazla bir neden de görmezler. “Kendim üreteceğime gelenin satıcısı olurum, böylece başım işçiyle, vergiyle derde girmez, kazancım da şimdikinden daha fazla olur” kısa düşüncesini yeğlerler.

Daha ufak sermayeli bir başka kesim ise, gidişin çok hayra olmadığını anlamakla ve her gün biraz daha zor koşullarla karşılaşacağını görmekle birlikte bu kabuk değişiminde elindekileri de kaybetmekten korktuğundan dolayı adeta “siner”.
İşte bütün bunların arasında, tabloyu daha genel, daha uzun vadeli gören, dünya görüşü kişisel çıkarının önüne geçen, sözünü sakınmayacak kadar idealist olan bir kitle daha vardır.
Bu kötü gidişi tersine döndürülmesinde önderlik edebilecek tek kesim budur.

Bunlar sanayicidir, tüccardır, memurdur, esnaftır, işçidir, köylüdür, öğrencidir, akademisyendir… ama bir tek ortak tarafları vardır; kendilerinden çok bu toplumun geleceğini, kendinden sonra gelecek nesilleri düşünmeleri ve “ha deyince” ortaya atılabilecek kadar cesaretli olmaları.
Türkiye’nin kendini toparlayabilmek için en büyük şansı olan bu kadroların atacakları en önemli adım, kendi aralarındaki ufak tefek farklılıkları bu büyük görevlerinin önüne geçirmeyip hep birlikte tek hedefe kilitlenmeleridir.
Hedefe kilitlenme, aralarındaki önemsiz farklılıkları giderecek, yok sayacak en önemli unsurdur.
Hedef ne kadar net, hedef ne kadar cesaretli ve büyük bir adımsa, kilitlenme o kadar sağlam olacaktır.
Bu kitlenin etrafını daha da büyütebilmesi, dışında kalanları yaşadıkları açmazdan çıkarmaya yetecek kadar ümit ve heyecan vermesine bağlıdır.
Ufak adımlar, çare olamayacak projeler, geniş kitleler için uyarıcı olamayacaktır.
Atılacak adım büyük olmalıdır.
Önlerini tıkayan taşı yuvarlayıp yolu açabilmeleri için yapacakları şey, hepsinin ona aynı anda yüklenmeleridir. Ancak herkes aynı anda yüklendiği zaman toplam güç en yüksek noktasına ulaşabilir.
Taş, üretimin önündeki yabancı pazarlamacılar engelidir.
Yuvarlayıp yolu açılacak şey ise üretim.
O taşı “bin kişi” de olsa hep farklı zamanlarda ve herkes kendi aklına estiği zaman iterse, toplam “itici güç” sadece o bir kişinin gücünden öteye geçemez.
Adımlar aynı anda atılmalıdır.
Toplumda önemli değişikliklere imza atacak itici gücün kadrosunun hiçbir zaman yanlış yapma hakkı yoktur. Yapılan her yanlış, bu gücü öncekinden daha da gerilere düşürecektir.
Çünkü karşısındakiler her an için; bir yanlış adım, bir çatlak, bir gedik kollamaktadır.
Yapılan her yanlış anında büyütülerek karşı propagandaya malzeme olacaktır.
Takımda “idare-i maslahatçılar”, “ben de bu arada…”cılar olmamalıdır.

Küresel sermaye oldukça güçlüdür, bizi ayağa kaldıracak olan üretim gücümüz ve pazarlar büyük ölçüde ele geçirilmiş, bu duruma tepki göstermesi beklenen kitlelerin tepkileri azalmıştır.
İşler artık kolay değildir.

Bu zor duruma karşın sonuç alabilecek çıkışın yapılabilmesi için bir de o ülkenin ve o ülkenin insanlarının “her zaman yakalayamayacağı” bir lider şansı yakalamış olması lazımdır.
Türkiye şimdi bu pek kolay ele geçmeyen şansı elde etmiş durumda.
Umarız herkes bunun her zaman bulunamayacağının farkındadır.
Haydi Türkiye, işler daha da zorlaşmadan, şimdi tam zamanıdır!

İyi düşün bakalım, beş köfteyle bu ayıplar ne kadar örtülür?