Sultan Abdülhamid'in
Maarif nazırı olan Haşim Paşa'nın "Okullar olmasaydı şu maarifi ne güzel
idare ederdim" sözü dillere destan olmuştur.
Sultan, maazallah Paşa’yı milli eğitim değil de ulaştırma bakanı yapmış
olsaydı, herhalde kendisini tarihe geçirecek sözü şöyle olacaktı: “Şu vapur
yolcuları olmasa ulaşım işini ne güzel idare ederdim”
Haşim Paşa göçtü gitti, tarihe mal oldu ama bir düşünelim bakalım acaba aynı
zihniyet devam etmiyor mu ?
İstanbul halkının en büyük sıkıntılarından biri ve kendi belediyesinden
beklediği en önemli hizmet “ulaşım” konusudur.
Karmakarışık bir trafik düzeninde işinden evine, işten işe ve işten eve
günün yaklaşık üç saatlik diliminde hep koşturmak zorunda olan
İstanbulluların yollarda neler çektiğini yeniden anlatmaya gerek var mı?
Yok tabii.
Bu durum geçtiğimiz yerel yönetim seçimlerinde de gündemden hiç inmedi.
Adayların tartışmalarında hep bu konu ön plandaydı. Belki de çeşitli
partilerden aday gösterilip İstanbul’u yönetmeye talip olanların üzerinde
mutabık oldukları tek konu İstanbul’un “ulaşım sorunlu bir şehir olduğu”
idi. Yine bunun çözümü için de ileri sürülen iki tez vardı: Biri metro ağını
uzatmak, ikincisi deniz ulaşımının payını daha da arttırmak.
Seçim yoluyla fikri sorulan halktan istenen de, bu soruna en iyi çözümü
getireceğine inanılan adayı seçmekti.
Acaba o seçim döneminde bir aday çıkıp da “Belediyenin İDO eliyle sahibi
olduğu deniz ulaşım vasıtalarını özel bir şirkete, hatta bir yabancı şirkete
satacağım, onlar bu işi bizden daha iyi becerirler ve amaçları bu işten para
kazanmak olduğuna göre hem bu işten para kazanırlar, hem de size daha ucuz,
daha rahat ulaşım sağlarlar” deseydi hali nice olurdu?
O günlerde İstanbullulara söylenmesi adeta siyasi intihar olabilecek bir
“sözde çözüm modeli” nin şimdi gündeme getirilmesi, seçimlerde vatandaştan
alınan vekâletin ne kadar yanlış kullanıldığının apaçık göstergesidir.
Ama olay bu noktadadır.
Bilindiği gibi İstanbul’un deniz ulaşımının çok önemli bir kısmını sağlayan
103 gemiye sahip İDO, şimdi satılmak istenmektedir.
Acaba bu sadece bir malvarlığı satışı mıdır yoksa belediyenin ulaştırma
konusundaki görev devri mi?
Acaba bu “biz bu işi kıvıramıyoruz”un beyanı mıdır? Yoksa “elde avuçta ne
varsa satmak noktasındayız” ın itirafı mı?
Acaba bu gemileri bir belediyecilik hizmeti olarak işletmekten değil ama
“gemi almaktan” ve “satmaktan” memnuniyetin göstergesi mi?
Acaba 1994 yılında ve gerekçesi artık tarihe mal olan özelleştirme kanununa
rağmen niye son dört yılda 15 gemi daha alınmıştır?
Acaba niye 2008 yılında 300 milyon avro daha borçlanarak krize rağmen
yatırımlara devam edilmiştir?
Acaba özelleştirme der demez neden hemen “kabotaj” meselesine takılınmış
tır? Yapmak istenilen şey özelleştirmeden de öte “yabancılaştırma” mıdır?
Kabotaj Kanunu, Türkiye’nin Kabotaj hakkını düzenleyen temel bir kanun
olduğuna göre niye orada durulmak yerine arkasından dolanılacak “bir çözüm”
aranmaktadır?
Tarihle başladık, yine tarihle bitirelim:
Acaba Sultan Abdülmecit ile başlayıp 94 yıllık saltanatından sonra 1945
yılında 4517 Sayılı Kanunla imtiyazı sona erdirilen ve millileştirilen
“Şirketi Hayriye” modeline yeniden mi dönüyoruz?
|